Yeşil Bilgeler

Yazar : Sinem SANLI

Genç kalmak, enerjik olmak, pozitif düşünmek ve mutlu olmak istiyorum.

Ne çok şey biliyoruz değil mi! Bir de bildiklerimiz konusunda ısrarcı olmayı kendimize görev ediniyoruz çoğu zaman. Nicos Kazancaki, Zorba’da ‘’Ne garip bir makine şu insan; içine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor." diyor. Bildiklerimiz ve bizi biz yapan yediklerimiz, içtiklerimiz okuduklarımız, gezip-gördüklerimizin, dinlediklerimizin dışında da bir şey mi yoksa? Daha yakın ve daha gerçek.

Genç kalmak, enerjik olmak, pozitif düşünmek ve mutlu olmak istiyorum. Bütün bunlara alkali beslenerek ulaşabiliyormuşuz aslında. Bütün kitaplar aynı şeyleri yazıyor ve kahramanlarımız yeşil yapraklı sebzeler. İçeriğindeki yüksek A vitamini cildi yeniliyormuş. C vitamini de çok yüksek, minealler cabası derken Kazancaki'ye hak veriyoum, iç çekmelerim, gülüşlerim ve düşlerim adına...

 

Bitkilere ne kadar mı bağımlıyız? Maine ormanlarındaki ağaçlardan yapılma ahşap evlerde uyanıyor, fincanımıza Brezilya'da yetişmiş kahve çekirdeklerinden öğütülmüş kahve koyuyor, Mısır pamuğundan yapılmış tişörtümüzü giyiyor, bilgisayardan kağıda çıktı alıyor, Afrika'da yetişen kauçuklardan yapılma lastikleri olan ve milyonlarca yıl önce ölmüş açık tohumlu bitkilerden elde edilen benzinle çalışan arabalarımızla çocuklarımızı okula götürüyoruz. Bitkilerden elde edilen kimyasallar ateş düşürüyor (mesela aspirin) ve kanseri tedavi ediyor (Taxol). Buğday bir çağın sonunu getirip başka bir çağı başlattı, mütevazı patates ise kitlesel göçlere neden oldu. Bir yanda dünyanın en büyük bağımsız organizmaları olan dev sekoyaları, diğer yanda dünyanın en küçük organizmaları olan algleri görüyoruz; güller ise istisnasız herkesin yüzünde güller açmasını sağlıyor.

Doğa sadece ‘dışarıda bir yerde’ bulunmaz, ayrıca ‘içeride, burada’ da bulunur; elmada patateste, bahçede, mutfakta, hatta bir lalenin güzelliğini seyreden ya da yanan bir kenevir çiçeğinin dumanını içine çeken bir insanın beyninde.

Bizim bildiklerimiz bize kalırken, birazda bitkilerin gözünden dünyaya bakmayı deneyelim. Belki daha yakın ve daha gerçek olanı buluruz bu defa.

Betonun giderek yeşili yuttuğu günümüzde bile her daim bitkilerle iç içeyken; evimizi, balkonlarımızı onlarla süslüyor, sokaklarda yanlarından geçiyor, parklarda seyre dalıyor, ormanlarda yaşam alanımızı oluşturuyoruz. Peki onların bir dünyası olduğunu düşünüyor muyuz?

Ormanları yaşam alanımız olarak seçenler olarak kaç kişiyiz? Yapay dünyanın bize sundukları karşısında kendimizle baş başa kalmak için soluklandığımız o iki ağaç arası... Peki hiç düşündünüz mü? Eğer o ağaçlar sizi görüyorsa...

Hermann Hesse’nin Ağaçlar adlı kitabından kendime yakın bulduğum bir alıntı geliyor aklıma;

‘’Ormanlar ve korularda halkalar ve aileler halinde yaşayan ağaçlara hayranım ben. Tek başına duran ağaçlara daha da hayranım. Yalnız insan gibidir onlar. Şu ya da bu zaaftan ötürü sıvışıp giden münveziler gibi değil, yalnızlaşmış büyük insanlar gibi. Beethoven ve Nietzsche gibidirler. Tepelerinde uğuldar dünya, kökleri sonsuzluğa uzanır ama sonsuzlukta kaybolup gitmez, var güçleriyle tek bir şey için, onlara özgü onlarda içkin yasayı yerine getirmek, büyüyüp serpilmek, varlıklarını ortaya koymak için çabalarlar (bir çok bireyin yapamadığı). Hiçbir şey daha kutsal, hiçbir şey daha mükemmel değildir, güçlü bir ağaçtan.’’

Soluklanmak için kaçtığınız ormandaki o iki ağaç, etraftaki adını dahi bilmediğiniz milyon yeşil renkteki bitkiler, sarmaşıklar; sizi görüyor, kokunuzu alabiliyor, hissediyor, duyuyor ve en önemlisi sizi hatırlıyorsa? Yine de ormanda bu kadar özgür ve cesur olabilir miydiniz?

"Bugün güneş ne kadar parlak, fesleğenler nasıl da güzel kokuyor, yağmur damlacıklarını hissediyor musun yüzünde (yapraklarında), rock-n roll mu dinlesek, geçen yaz açan o sardunyayı hatırlıyor musun?" diyen bitkiler olamaz mı bu defa?

Bir Şaman öğretisi şöyle der:

Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz. Nehirler kendi suyunu içemez. Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez. Güneş kendisini ısıtamaz. Ay kendisi için parlamaz. Çiçekler kendileri için kokmaz. Toprak kendisi için doğurmaz. Rüzgar kendisi için esmez. Bulutlar kendi yağmurlarında ıslanmaz. Doğanın anayasasında ilk madde şudur: her şey birbiri için yaşar. Birbiri için yaşamak doğanın kanunudur.”

Bitkiler kendilerine ait gizemli dünyalarıyla bize ilham vermeye ve hayrete düşürmeye devam ediyorlar.


GÖREN

Bir düşünün... Bitkiler sizi görüyor. Aslında bitkiler görünür ortamlarını daima izlerler. Yanlarına gidip gitmediğinizi anlarlar; yanlarında durduğunuzu bilirler. Hatta üzerinizdeki gömleğin mavi mi yoksa kırmızı mı olduğunu bile bilirler. Evinizi boyayıp boyamadığınızı veya saksılarını oturma odanızın bir köşesinden başka bir köşesine taşıyıp taşımadığınızı da bilirler. Bitkiler sizin benim gibi çevrelerini resimler halinde "görmezler" elbette. Saçları seyrekleşmiş, orta yaşlı, gözlüklü bir adamla kıvırcık kahverengi saçlı, güleç yüzlü küçük bir kızı birbirinden ayırt edemezler. Ama ışığı bizim ancak hayal edebileceğimiz renk ve biçimlerde görebilirler. Örneğin, bizde güneş yanığı yaratan morötesi ışığı ve bizi yakan kızılötesi ışığı görebilirler. Ortamda az ışık olduğunu (mum ışığı gibi), gün ortası olduğunu veya güneşin ufukta batmakta olduğunu anlarlar. Işığın soldan mı, sağdan mı, yoksa tepeden mi geldiğini bilirler. Başka bir bitkinin büyüyüp üzerlerini kapadığını, ışıklarını engellediğini bilirler. Işığın ne kadar zamandır açık olduğunu bilirler.

Biz insanlar görmeyi, göze gelen ışık uyaranlarının beyin tarafından yorumlanıp nesnenin konumuna, şekline parlaklığına ve genellikle rengine dair oluşan fiziksel duyu olarak tanımlarken ünlü botanikçi Darwin’i heyecanlandıran konu ışığın bitkilerin büyümesi üzerindeki etkileriydi. Son kitabı The Power of Movement in Plants’te Darwin şöyle yazar: ‘’Bir kısmı yatay ışığa doğru eğilmeyen... (bitki) son derece azdır.’’ Yani kısacası bitkilerin hepsi ışığa doğru eğilir. Hatta bu davranışa fototropizm deriz biyolojide.

Darwin'in çağdaşlarından Julius von Sachs, 1864'te mavi ışığın bitkilerde fototropizmi harekete geçiren temel renk olduğunu, bitkilerin genelde diğer renklere karşı kör olduğunu, bu renklerin bitkilerin ışığa doğru eğilmelerinde çok az etkili olduğunu keşfetti. Ne var ki o dönemlerde belli bir yönden gelen ışığı bitkinin nasıl gördüğünü kimse bilmiyordu.

Uzun yıllar sonra, Maryland’in güneyindeki vadilerde yeni bir tütün türü ortaya çıktı ve bitkilerin dünyayı görme biçimleri konusuna yönelik ilgiyi yeniden canlandırdı. Dev Maryland tütünü uzun yaz günlerine maruz kaldığında yapraklanmaya devam ediyor, yapay olarak oluşturulan daha kısa günlerle karşılaştığında çiçekleniyordu. Fotoperiyodizm olarak adlandırılan bu olay, bitkilerin ne kadar ışık aldıklarını ölçtüklerine dair ilk güçlü kanıtı oluşturuyordu. Bu keşif, çiftçilerin artık ışığı kontrol ederek bitkilerin çiçeklenmesini planlarına uygun şekilde sağlayabilecekleri anlamına geliyordu.  

İkinci Dünya Savaşı'nın sürdüğü sıralarda bilim insanları bitkilerin çiçeklenmesini, gecenin karanlığında ışıkları açıp kapayarak kontrol edebileceklerini keşfettiler. Kısa günlerde, gecenin bir yarısında ışığı sadece birkaç dakikalığına açarak soya fasulyesi gibi bir kısa gün bitkisinin çiçeklenmesini durdurabiliyorlardı. Öte yandan, gece karanlığında birkaç dakikalığına ışığı açarak süsen gibi uzun gün bitkilerinin kış ortasında (normalde çiçeklenmedikleri, günlerin kısa olduğu dönemlerde) çiçeklenmesini sağlayabiliyorlardı. Bu deneyler bitkilerin günün uzunluğunu değil, karanlığın süresini ölçtüklerini kanıtladı.

Çiçek yetiştiricileri bu teknikten yararlanarak kasımpatıların çiçeklenmesini -bahardaki çiçek sahnesine katılmaları için en uygun zaman olan- anneler gününe kadar durdurabiliyorlar. Normalde anneler gününün baharda olması ve kasımpatıların sonbaharda açması çiçek yetiştiricileri için sıkıntılı olan bir durumda, sonbahar ve kış ayları boyunca geceleri birkaç dakikalığına ışık yakılarak seralarda yetiştirilen kasımpatıların çiçeklenmesini engelliyorlardı. Sonra ... bom ... Anneler gününden iki hafta önce, yetiştiriciler geceleri ışık yakmamaya başlar ve kasımpatıların hepsi birden çiçeklenir, hasat edilen kasımpatılar kargoya verilir ve annelerimizin içinde çiçekler açmasına vesile olur bu şekilde.


KOKLAYAN

Bitkilerin gördüklerinden daha da şaşırtıcı olan şu ki, bitkiler koku da alır. Bitkilerin hayvan ve insanları cezbeden kokular yaydıkları barizdir, ama kendi kokularını ve komşu bitkilerin kokularını da algılarlar. Bitkiler meyvelerinin olgunlaştığını, komşularının budama makasıyla budandığını veya obur bir böcek tarafından yendiğini anlar, bunun kokusunu alırlar. Hatta bazı bitkiler domatesin kokusunu buğdayın kokusundan ayırabilir. Bitkilerin işleyebildiği görsel girdilerin çeşitliliğine karşılık koku alma yetenekleri sınırlıdır, ama bu yetenekleri çok hassastır ve bitkiye epey bilgi sağlar.

Sözlükteki "koklama" tanımı bitkileri dışlar. Bitkiler koku dünyasıyla ilgili geleneksel anlayışımızın dışına itilmiştir, çünkü bir sinir sistemleri yoktur ve şüphesiz ki bir bitkide koklama, burunsuz yapılan bir işlemdir. Ama sözlükteki tanımı biraz eğip bükerek "uyaranlar aracılığıyla kokuyu algılama" yeteneği haline getirebiliriz. Bitkiler tedavi edici kokular yayan canlılar olmanın ötesindedir gerçekten de. Peki bir bitki hangi kokuları alır ve kokular bir bitkinin davranışını ne şekilde etkiler?

Sert bir avokadonun olgun bir muzla birlikte bir kese kağıdına konularak yumuşatılabileceğini biliriz. Eski Mısırlılar incirleri olgunlaştırmak için aralarına birkaç tane yarılmış incir koyarlardı; eski Çin’de ise armutları olgunlaştırmak için armut dolu ardiyenin içinde tütsü yakılırdı. 20.yy. başlarında Floridalı çifçiler turunçgilleri kapalı alanlarda gaz sobası yakarak olgunlaştırırdı. Olgunlaşmayı sıcaklığın sağladığından emindiler, ki vardıkları bu sonuç mantıklı görünüyordu. Turunçgillerin yakınına elektrikli ısıtıcılar yerleştirip de meyvelerin olgunlaşmadığını görünce nasıl bir hayal kırıklığı yaşadıklarını tahmin edebilirsiniz. Sebep sıcaklık değilse, bu olgunlaşma sihrini yapan gaz sobası olabilir miydi? Öyle olduğu anlaşıldı. 1924 yılında, ABD Tarım Bakanlığı'nın Los Angeles şubesinde görevli biliminsanlarından Frank E. Denny, gazyağı dumanında az miktarda etilen adı verilen bir molekül bulunduğunu ve herhangi bir meyvenin saf etilen gazına maruz bırakılmasının meyvede olgunlaşmayı başlattığını kanıtladı. Basit bir bilimsel model oluşturularak, meyvelerin duman içinde bulunan az miktardaki etilenin "kokusunu aldığı" ve bu kokuyu hızlı olgunlaşmaya çevirdiği ileri sürülebilir. Komşunun mangalından gelen dumanın kokusunu aldığımızda ağzımızın sulanması gibi, bir bitki de havada bir miktar etilen algıladığında yumuşar.

Cuscuta pentagona, alışık olduğunuz bitkilerden değil. Boyu bir metreye kadar ulaşabilen, beş yapraklı küçük beyaz çiçekler veren, Kuzey Amerika'nın her yerinde rastlanan turuncu renkli, cılız bir sarmaşık. Cuscuta'nın (küsküt) belirgin özellikleri, yapraksız oluşu ve klorofile sahip olmadığı için yeşil renkte olmayışıdır. Klorofil bitkilerin güneş enerjisini emerek fotosentez yapmalarını, yani ışığı şeker ve oksijene dönüştürmelerini sağlayan bir pigmenttir. Küsküt birçok bitkinin gerçekleştirdiği fotosentez işlemini gerçekleştiremez, yani ışıktan kendi yiyeceğini üretemez. Bu verilerden yola çıkarak küskütün açlık çekeceğini düşünürüz ama öyle olmaz, aksine serpilip büyür. Küsküt hayatını başka şekilde sürdürür: yiyeceğini komşularından sağlar. Küsküt bir asalak bitkidir. Hayatını sürdürmek için bir konakçı bitkiye sarılır ve o bitkinin damar sistemine bağlanarak besinini emer. Küsküt konakçı olarak seçtiği bir bitkinin (mesela bir domatesin) yanındaysa, ona yiyecek sağlayacak olan bu bitkinin bulunduğu yöne doğru eğilip oraya doğru büyümesini sürdürdüğü hemen anlaşılır. Küsküt domatesin bir yaprağını bulana kadar ona doğru eğilip büyür. Ama yaprağa dokunmaz, aşağıya yönelir ve domatesin gövdesini bulana kadar hareketini sürdürür. Sonra da nihai zafer hamlesini yaparak domatesin gövdesine sarılır, domatesin soymuk boru olarak da bilinen floemine (bitkinin şekersi özünü taşıyan damarlara) mikroskobik dokunaçlannı uzatır ve kendine doğru şeker hortumlar, böylece gelişir ve zamanla çiçeklenir. Küsküt serpilip büyürken domates ise soldukça solar.

Dr. Consuelo De Moraes bu davranışı filme bile almıştır. Penn Devlet Üniversitesi'nde çalışan bir böcekbilimci olan De Moraes, bitkilerin kendi aralarında uçucu kimyasallarla haberleşme konusunu araştırıyor. Üzerinde çalıştığı projelerden biri küskütün kurbanlarını nasıl belirlediği. De Moraes, küskütün boş saksılara veya yapma bitkilerin olduğu saksılara doğru asla büyümediğini, nereye yerleştirilirse yerleştirilsin (aydınlığa, gölgeye vs.) istikrarlı biçimde domatese doğru büyüdüğünü kanıtladı. Bunun üzerine, küskütün domatesin kokusunu aldığı hipotezini ileri sürdü.

 

Küskütün gerçekten de domates kokusuna yöneldiğini teyit etmek için De Moraes bir domates parfümü yapıp küskütün bu kokuya yönelip yönelmediğini kontrol etmeye karar verdi. Domatesin sap kısmının özünden bir eau de domates parfümü yaptı, bunu saksıya batırılmış kulak temizleme çubuklarının üzerine sıktı ve bu saksıyıküskütün yanına koydu. Kontrol grubu olarak da, domates parfümü yapımında kullandığı solventlerden bazılarını başka kulak temizleme çubuklarına bulayarak bu çubukları batırdığı saksıyı da küskütün yanına koydu. Beklediği üzere, De Moraes küskütü kandırmayı başardı; küsküt solventli kulak çubuklarına doğru değil de yiyecek bulacağını düşündüğü domates kokulu çubuklara yönelmişti. Küskütün yiyecek bulmak için bir bitkinin kokusunu alabildiği anlaşılıyordu.

 

Elbette biz de bitkiler gibi, havadaki uçucu bileşikleri algılarız. Birçok şeyi, özellikle de yiyeceklerin kokusunu almak için burnumuzu kullanırız. Ama "koku almak" güzel yiyeceklerin kokusunu almaktan çok daha başka anlamları da içerir. Konuşma dilinde "yakında kokusu çıkar" veya "tehlike kokusu alıyorum" gibi kokuya dair birçok ifade vardır ve kokular anı ve duygularla yakın bir ilişki içindedir. Burnumuzdaki koku reseptörleri limbik sisteme (duyguların kontrol merkezi) ve evrimsel olarak beynimizin en eski kısmına doğrudan bağlıdır. Bitkiler gibi biz de feromonlar aracılığıyla iletişim kurarız, ama çoğunlukla bunun farkında değilizdir.

                                       

HİSSEDEN

O halde, bitkiler koku sinirleri olmadan, kendilerine özgü biçimlerde "koku alabiliyorlarsa", kendilerine dokunulduğunda bunu duyu sinirleri olmadığı halde "hissedebilirler" mi?

Bitkilerin kendilerine dokunulduğunun farkında olduğunu keşfetmek biraz şaşırtıcı, hatta biraz da huzursuz edicidir. Kendilerine dokunulduğunun farkında olmanın dışında bitkiler, sıcakla soğuğu ayırt edebilir ve dallarının rüzgarda salındığını bilirler. Bitkiler doğrudan teması hissedebilir. Sarmaşıklar gibi bazı bitkiler, çit gibi bir nesneyle temasları halinde hızla büyümeye başlayıp çite sarılabilirler ve Venüs sinek kapanı, yapraklarına bir sinek konduğunda çenesini kasıtlı olarak kapatır. Bitkiler görünüşe göre kendilerine çok fazla dokunulmasından da hoşlanmazlar, zira bir bitkiye dokunmak veya onu sallamak o bitkinin büyümesinin durmasına yol açabilir.

Bitkiler kelimenin geleneksel anlamıyla "hissetmezler" elbette. Örneğin pişmanlık hissetmezler; hisleriyle hareket etmezler. Zihinsel veya duygusal bir durumla ilgili içgüdüsel bir farkındalıkları yoktur. Ama dokunmayı algılarlar ve bazıları bizden daha iyi "hisseder".

İtdolanbacı (Sicyos angulatus) gibi bitkilerin dokunma duyulan bizimkinden on kat hassastır. İtdolanbacının sanrınıcı organları (sülükleri) 0,25 gram ağırlığındaki bir sicimi hissedebilir ve bu dokunuşun ardından yakındaki bir nesneye sarılmak için harekete geçebilir. Çoğumuz ise parmağımıza dokunan bir sicimi ancak 2 gram ağırlığındaysa hissedebiliriz.

Küstüm otu (Mimosa pudica) bitkisi üzerinde yapılan çalışmalarda yaprak hareketlerinin dünyasının anlaşılmasını sağlayan harika bir deneysel sistem geliştirildi, sonra da bu sistem diğer bitkilere genelleştirildi. Küstüm otu Güney ve Orta Amerika'nın yerli bitkisidir, ama o muhteşem hareketli yapraklan nedeniyle artık dünyanın her yerinde süs bitkisi olarak yetiştiriliyor. Yaprakları dokunmaya karşı aşırı hassastır, içlerinden birine parmağınızla dokunduğunuzda bütün yaprakçıkları hemen kapanır ve sarkar. Yaprakçıklar ancak birkaç dakika sonra tekrar açılır, dokunduğunuzda tekrar hızla kapanır. Küstüm otunun Latince adındaki pudica bu hareketi yansıtır; pudica Latincede "utangaç" anlamına gelir. Küstüm otu birçok bölgede "hassas bitki" adıyla da bilinir. Bitkinin bu olağandışı davranışı Batı Hint Adaları'nda "sahte ölüm" olarak adlandırılır ve İbranicede bu bitki "dokunma bana", Bengal dilinde ise "utangaç bakire" adıyla anılır.

Bitkiler dokunuşu hissedebilir ama acı hissetmezler. Tepkileri de öznel değildir. Bizimse dokunma ve acı algımız özneldir, kişiden kişiye değişir. Bitkiler bu öznel sınırlamalardan muaftır, çünkü beyinleri yoktur. Ama bitkiler mekanik uyaranları hisseder ve farklı türde uyaranlara kendilerine özgü biçimlerde tepki verirler. Bu tepkiler bitkinin acıdan uzak kalmasını değil, gelişimini mevcut ortama en iyi şekilde uyarlamasını sağlar.

‘’Ağaçların acıyı hissedebildiğini, hafızaları olduğunu ve ebeveyn ağaçların çocuklarıyla birlikte yaşadığını öğrendiğinizde, artık onları sıradan bir işmiş gibi devasa makinelerle kesip hayatlarını altüst edemiyorsunuz.’’

Peter Wohlleben.

DUYAN

Ormanlar seslerle yankılanır. Kuşlar şakır, kurbağalar vıraklar, cırcırböcekleri öter, rüzgarla savrulan yapraklar hışırdar. Bu hiç susmayan orkestrada tehlikeyi haber veren, çiftleşme ritüelleriyle alakalı, tehditkar, teskin edici sesler vardır. Bir sincap bir ağaca atlar, kırık bir dal çatırtıyla kopup düşer; bir kuş başka bir kuşun ötüşüne karşılık verir. Hayvanlar ses karşısında sürekli harekete geçer, bu sırada da başka sesler üretirler, döngüsel bir kakofoniye katkıda bulunurlar. Ormanlar böyle hışırtı ve çıtırtılarla çınlarken bile bitkiler çevrelerindeki bu gürültü patırtıya karşı tepkisiz kalır, sessiz sedasız yaşamayı sürdürür. Bitkiler ormanın gürültüsüne karşı sağır mıdır? Yoksa onların tepkilerine karşı biz mi körüz?

Bitkilerin koku alabildiğini duyduğumuzda bunu durup bir kez daha düşünme ihtiyacı duyarken, bitkilerin duyabildiği fikrini hiç şaşırtıcı bulmayız. Çoğumuz klasik müzik çalan odalarda serpilip büyüyen bitkilerle ilgili hikayeler duymuşuzdur.

Creath ve Schwartz, şifa enerjisi ile "yumuşak" bir müziğin (Amerikan yerlilerinin flüt müziği ve doğa seslerinden oluşan –ve deneycilerin kendi seçimleri olduğu belirtilen- bir müziğin) tohumların büyümesinde etkili olduğu hipotezini ortaya atmışlardı. Yazarlar elde ettikleri verilerin, hafif müzik sesleri sırasında sessiz ortama oranla daha fazla kabak ve bamya tohumunun çimlendiğine işaret ettiğini belirtiyordu. Ayrıca, Creath'in elleriyle tohumlara uyguladığı şifa enerjisiyle çimlenme oranının arttığını da ekliyordu.

1959'da yayımlanan The Power of Prayer on Plants (Duanın Bitkiler Üzerindeki Gücü) başlıklı kitap çok ilgi çekmekteydi. Bu kitabın yazarı, yanlarında dua okunan bitkilerin geliştiği, kötü şeyler söylenen bitkilerinse öldüğü iddiasındaydı.

Yapılan deneylerde Mozart veya Meat Loaf'un müziği dinletilen tohumların sessiz ortamdaki tohumlara göre daha hızlı çimlenmesi, bu müziğin bitkileri etkilediğini iddia edenler için iyi, Mozart'ın müziğinin Meat Loaf’un müziğinden daha kaliteli olduğunu düşünenler için kötü bir haber gibi görünüyordu.


HATIRLAYAN

Anılar ortalama bir insanın günlük zihin faaliyetlerinin hatırı sayılır bir kısmını oluşturur çoğunlukla. Son derece lezzetli bir ziyafeti, çocukken oynadığımız oyunları veya bir gün önce işyerinde meydana gelen komik bir olayı hatırlarız. Bir zamanlar sahilde gördüğümüz nefes kesici bir günbatımını zihnimizde canlandırabiliriz, ama son derece travmatik ve ürkütücü deneyimleri de hatırlarız. Belleğimiz duyusal girdilere bağlıdır: Tanıdık bir koku veya sevilen bir şarkı, bizi belli bir zaman ve mekana geri götüren ayrıntılarla dolu bir anılar çağlayanını tetikleyebilir.

Ama bitkilerin bizimki gibi anıları yoktur. Kuraklık fikrinden korkup sinmezler veya yaz mevsimindeki güneş ışınlarını hayal etmezler. Tohum zarfı içinde oldukları zamanlan özlemezler, vaktinden önce polen dökecekleri endişesi taşımazlar. Bitkiler geçmiş olayları unutmama ve bu bilgiyi daha ileriki bir dönemde gelişimlerinde kullanmak üzere hatırlama yeteneğine sahiptirler.

"Tigmomorfogenez" teriminin isim babası olan biliminsanı Mark Jaffe, 1971'de bitki belleğiyle ilgili ilk belgelerden birini yayımladı; gerçi o bunu bellek olarak adlandırmıyor, alımlanan duyusal bilginin bir ila iki saat tutulmasından söz ediyordu. Jaffe, sarılmaya uygun bir nesneye dokununca bezelye sülüklerinin neden kıvrıldığını öğrenmek istiyordu. Bezelye sülükleri, yakınlarında destek olarak yararlanacakları bir çit veya sırık olmadığı sürece düz biçimde büyüyen sapa benzer yapılardır, ama böyle bir nesneye rastlarlarsa ona hemen tutunup sarılırlar.

Jaffe, bezelye bitkisinin sülüğünü kesip iyi ışıklandırılmış, nemli bir ortama koyduğunda ve alt kısmına parmak ucunu sürttüğünde sülüğün kıvrıldığını kanıtladı. Ama aynı deneyi karanlık bir ortamda gerçekleştirdiğinde kesilmiş sülük kıvrılmamıştı, ki bu da sülüklerin o sihirli kıvrılma hareketlerini yapabilmeleri için ışığa ihtiyaçları olduğunu gösteriyordu. Ama şöyle de ilginç bir ayrıntı vardı: Karanlıkta dokunulmuş bir sülük bir-iki saat sonra ışıklı bir ortama taşındığında, Jaffe'nin tekrar parmağını sürtmesine gerek kalmadan, kendiğinden kıvrılıyordu. Jaffe, karanlıkta dokunulan sülüğün bu bilgiyi bir şekilde depoladığını ve ışıklı ortama taşınır taşınmaz bunu hatırladığını fark etti. Bu bilgiyi depolama, sonrasında da onu hatırlama işlemi "bellek" kabul edilebilir miydi?

Ünlü psikolog Endel Tulving'in insan belleğiyle ilgili araştırması, bitkilerin ve onlara özgü "hatırlamaların" nasıl araştırılması gerektiğine dair temel bilgiler sunar bize. Tulving, insan belleğinin üç seviyeli olduğunu ileri sürer. En alt seviyede yer alan yöntemsel bellek, bir şeylerin nasıl yapılacağının sözsüz düzeyde hatırlanmasıdır ve dış uyaranları algılama yeteneğine (havuza atladığınızda yüzmeyi hatırlamak gibi) bağlıdır. İkinci seviyede anlamsal (semantik) bellek, yani kavramlar belleği (okulda öğrendiğimiz birçok konu gibi kavramların saklandığı bellek) yer alır. Üçüncü seviyede yer alan anısal (epizodik) bellek ise, çocukluk döneminde giyilmiş komik bir kostüm veya sevilen bir ev hayvanının ölümünün ardından duyulan üzüntü gibi otobiyografik olayların hatırlanmasıdır. Anısal bellek, bireyin "özfarkındalığına" bağlıdır. Bitkilerin anlamsal bellek ile anısal bellek için uygun olmadığı aşikar: Biz insanları tanımlayan bellek türleridir bunlar. Ama bitkiler dış uyaranları pekala algılayabilir ve onlara tepki verebilirler, yani Tulving'in tanımına göre, bitkilerde yöntemsel bellek bulunabilir. Nitekim Jaffe'nin bezelyesi de bunun bir örneğini sergiler. Bezelyeler Jaffe'nin dokunuşunu algılamış, sonradan bunu hatırlamış ve tepki olarak kıvrılmıştı.

Anıyı oluşturma (bilgi kodlama), anıyı saklama (bilgi depolama) ve anıyı hatırlama (bilgiyi bulup çıkarma) işlemleri bütün bellek biçimlerinin ortak özelliğidir. Bilgisayar belleğinde de bu üç işlem görülür. Bitkilerdeki en basit bellek biçimlerinin varlığını araştırırken bu işlemlerin olup olmadığına bakmamız gerekiyordu.

Anılar ritüeller, hikayeler ve başka şeyler aracılığıyla nesilden nesle aktarılır. Ama epigenetikle nesilden nesle aktarılan anı tamamen farklı bir şeydir. Bu tür anılar genellikle ebeveynden yavrulara aktarılmış çevresel veya fiziksel bir stresle ilgili bilgi içerir. Barbara Hohn'un İsviçre'nin Basel kentindeki laboratuvarı, nesilden nesle aktarılmış bu tür anıların varlığının kanıtlandığı ilk laboratuvardı. Hohn ve araştırma arkadaşları, bir bitki üzerinde stres yaratan kızılötesi ışık ve patojen saldırısı gibi koşulların bitki genomunda yeni DNA kombinasyonları oluşmasına neden olan değişikliklere yol açtığını biliyordu.

Stres kaynaklı bu değişiklikler ekolojik açıdan anlamlıdır, çünkü herhangi bir organizma gibi bitkilerde stres altında hayatta kalmanın yollarını bulmak zorundadır. Bu yollardan biri yeni genetik varyasyonlar geliştirmektir. Hohn'un müthiş çalışması, yalnızca stres altındaki bitkilerin değil, herhangi bir strese doğrudan maruz kalmadıkları halde yavrularının da yeni DNA kombinasyonları geliştirdiğini ortaya koydu. Bitkinin yaşadığı stres kalıcı bir kalıtsal değişikliğe neden oluyor, bu değişiklik bütün diğer nesillere aktarılıyor ve sonraki nesiller de stres altındaymış gibi bir davranış sergiliyordu. Yavrular ebeveynlerinin bu stres sırasında yaşadıklarını hatırlıyor ve buna gereken tepkiyi veriyorlardı, yani genomlarında daha fazla değişiklik meydana geliyordu.

Bitkiler bir bellek türü sergiliyorsa veya bir çeşit bilince sahipse, zeki sayılmaları gerekir mi diye de akıllara gelmiyor değil hani.

Açıkcası bu derlemeyi yazmaya karar verdiğimde derya deniz bir konu olacağını düşünememiştim. Şu deneyi de yazayım, bu hipotezi de savunayım, bu araştırma da var derken buraya sığdıramadığım birçok çalışma kaldı içimde. Belki başka bir sayıda toplama işlemi yapan kaktüslerden, çığlık atan arpa filizinden, eli açık mısırdan, karides katliamına kahrolan ve katilini tanıyan bitkileden söz ederiz. Ne dersiniz?

O zaman üç maymunu oynayan biz insanlar mıyız sadece? Bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir hassasiyete sahipler. Her biri doğanın bir parçası. Belki bir gün onları daha iyi anlama fırsatımız olursa, bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını anlatabilirler.

Şimdi yapacağımız ilk şey, arka bahçemizde sessiz sedasız duran bitkilerin neler gördüğünü ortaya çıkarmak olacak. Seyri başlatın!

Kaynaklar:

Görseller:

Yazara aittir, izinsiz kullanılamaz.