Sığların ve Sığlığın İktidarı !

Koşturarak girdi kapıdan içeri, resepsiyonda takım elbiseli bir adam hoş geldiniz dedi, yarım yamalak gülümsedi adama, hızlı adımlarla asansöre doğru ilerledi.

Yazı politik değildir sevgili Apelasyon okurları, kültürel ve ahlaki sorunlardan da can sıkıcı biçimde bahsetmeyeceğim. Bu toprağın bağrından ya da uzak diyarlardan “cehaletin ve yozluğun kutsanması”na dair tuğla gibi eserleriyle, benim adlarının yanına bile yaklaşamayacağım ustalar çıktı ama öyle bir zamanede yaşıyoruz ki durumdan sakil de olsa vazife çıkartmadan edemiyor insan.

 

Öz’e bağlı kalmak, özel olma durumuna erişip bunu yaşatmaya çalışmak kuşkusuz damak ve popüler kültür konusunda da bir olguyu diğerlerinden farklı kılan bir durum. 30 yaşında bir birey olarak fazlaca nostalji yapacak görgüm ve bilgim yok ama İstanbul-İzmir-Ankara ve diğer büyükşehirlerin dışında kentlere gidince de aynı trend-dekor-menü-sunum’a birçok yerde rastlamaktan tek kelime ile tiksindim!

Son zamanlarda simitçi ve tostçulardan başlayıp en nev’i şahsına münhasır yöresel lezzetleri “özüne bağlılık” vaadiyle sunan işletmelere ciddi bir talep ve sempati var (hatta bazılarının suyu çıktı) ancak yine de her yönden bir renk cümbüşü olan ülkemizin üzerine çöken “sığ tek tipleşme” kabusunun gri bulutları dağılabilmiş değil.

 

Çok basit örneklerle; herkesin dile getirmeye başladığı “et lokantlarında serviste kullanılan ahşap tabakların iğrençliği”nden tutun da her ekmek arası lezzetin içine patates, amerikan salata, turşu, mayonez, ketçap serpmek hangi dahi kafanın ürünüdür?

 

İş mutfak ve mekanla mı sınırlı? Hayır. Doğan Kuban Hoca’yı sıkı takip etmeye çalışırım; yıllardır İstanbul hususunda dile getirdiği sorunlar ve “Anadolu Yakası’nın dokusu tamamen yitirildi” benzeri tespitleri salt İstanbul için mi geçerli? Türkiye’yi bilfiil yetişkin olarak görmeye başladığım 2000’li yıllardan beri başta İzmir ve Ankara olmak üzere bildiğim hiçbir şehir kalmadı ki “sığ tek tipleşme”nin griliğine bürünmemiş olsun!

 

Edebiyat ve sinemaya dair okkalı cümleler kurmak isterdim ancak “gri tonların oraya da hakim olduğu”nu söyleyerek yetineceğim had bilmek adına. Malum bir zatın ilkokul fişlerinden hallice derinlikte kurduğu cümlelerden yazdığı şiir(!)lerin olduğu çok satan eseri elinize almanız veyahut sinemaların gösterim programlarına bakmanız yeter bu kara mizahı anlamak için.

 

Apelasyon E-Dergi Ocak Sayısı’nda sosyal mecralara dair kaleme aldığım satırlardan ilerleyecek olursak aynı griliğin, rant ve çıkar odaklı olarak yapış yapış “birbirimizi gözetlediğimiz” bu alanlara da çöktüğünü söyleyebiliriz.

 

Çok değer verdiğim bir dostumun kısa süre önce sarfettiği cümlesini aktarımla “bir gün her seyahat edenin ve yemek yiyenin sosyal medya hesabı olacak” çağında yaşamıyor muyuz? 

Ömrü hayatında bir sözcüğün, bir nesnenin ya da yaşamındaki en ufak bir kavramın öz’ünü merak etmemiş sığ prototiplerin, dijital nimetlerden faydalanarak her saniye sosyal mecralara boşalttığı zırvalıklar sizin canınızı sıkmıyor mu? Korkarım birçoğunun sıkmıyor çünkü Türkiye’deki büyük üreticilerden seçkin(!) mekanlara kadar bir yığın aktörle yek vücut olup kocaman bir “endüstri” oluşturdular ve bu endüstriyi besleyen başkası değil bizlerin çoğunluk kısmı.

 

Ziyaret ettiği (gezdiği/deneyimlediği değil) yerin sosyal kültürel mazisine, barındırdıklarına ve dokusuna meraksız; fotoğraf çekip “post”lamaktan beynini derin dondurucuya atmış, bilinenleri ve söylenenleri tekrar etmenin dışında bir ruhu ve yaratıcılığı bulunmayan; yediğini-içtiğini-tattığını 5 duyu organı ve idraki ile algılayabilecek yetisi olmayan, çevresel ve toplumsal duyarlılıklardan bihaber sığları “otorite”, sığlığı da popülarite ya da fenomen diye size sunanlara prim vermeyin. Çünkü verilen her primi hayatımızın her zerresine sıçrayan bir gri sığlık virüsü hem de amansız.

 

Yine aynı sevgili dostumun deyimi ile “sarıkanat yiyen gurmelere, tuzluktan başarı hikayesi çıkaran profesörlere itibar etmeyiniz”. 

Griyi, kararttığı renklere boğalım!

 

Görseller: