Gastronominin Hazımsızlığı

Doğum ve ölüm arasındaki sürecin en bariz gereksinimi yemektir şüphesiz.

Şu yemek yeme ihtiyacı var ya, ne ölüm dinliyor ne tasa. 
"Ne cenaze ne yas getirin bana bir dolu tas" 

                                                                                Hegeisppos    

 

Doğum ve ölüm arasındaki sürecin en bariz gereksinimi yemektir şüphesiz. 

“Ölmek için mi doğuyoruz” düşüncesi zaman zaman hangimizin sorgulaması olmamıştır; olmuştur da, hayatta kalabilmek için elimizden geleni de ardımıza koymamışızdır. Buna hayata tutunmak içgüdüsü demişiz, yaşama sevinci deyip ruh katmışız. Soluk alıp yaşıyor olmayı her koşulda ciddiye almışız, bedeni aç bırakmamak için tüm varlığımızla doyurmuşuz. Doyma adına savaşlar çıkarmış, entrikalar yaratmışız. Doyumsuz ruhlarımızın açlığını sürekli elle tutulan metalara yöneltmişiz. 

Tarih boyunca sür-git bir döngünün sarmalında at gözlüklerimizden memnun yaşayıp durmuşuz işte! 

Aklımızı çalıştırıp “neler oluyor, neden, niçin” sorgulamalarına girişenlerimiz uzaylı muamelesi görmüş çarçabuk dışlanmışız. Teknolojinin ilerlemesi her ne kadar çok şeyi değiştirmiş görünse de, açlık faktörü göz hizasına tırmanmış bir kere! Beyin ve ruhun birlikte ulaşabildiği doyum duygusundan uzak faniler olarak, yenilik merakımızın doyumuyla oyalanmaktan öte geçemediğimizi görmek düşündürücü. Doğmanın nedenselliğini hazmedemeden ölümü algılama telaşı insanın ne büyük sınavı.  

Yaşamın başlangıcından bu yana değişenin sadece materyallerin ve yeni nesil yiyecek türleri oluşu insanın canını sıkmaktan öteye geçemiyor. Ter ter tepinsek de dünya dediğimiz yuvarlağın içinde dönenip duruyoruz. Hiçbir şey yeni değil! 

Her şey doğum ile ölüm arasındaki o keskin sınırlı sürede olup bitiyor. Hayatı komik bir atlıkarıncanın üzerindeymişçesine neşeyle algılayan şanslı azınlığın mutfak maceralarındaki alt okumayla oyalanmak, sanıyorum ki ruhlarımızın kurtarıcı oyuncakları. Süreci doldurmak gerekiyor. Bu işler böyle. Akıl çağı insanına rağmen, biyolojik endüstriyel buluşlara rağmen böyle. 

Değil mi ki üç - beş bin yıl öncesi insanının bugün ile örtüşen dizelerini asırlar sonra da çok net anlayabiliyoruz, çok söze ne hacet! 

 

Bugün bazıları, ölen kişinin ardından mezarlıkta veya ölenin evinde yiyecek ikramı yapılıp ve yapılmaması ikilemiyle görüş ayrılığını tartışa dursun, antik çağda cenaze ritüelini anlatan Hegeisppos’a ait bir oyundaki şu dizeler, efendisi ölmüş bir aşçının ölüm ve yaşam arasındaki son noktayı koyuşudur!

 

“Paralarımı ziyafet için harcadığımda,
Ve onlar siyahlar içinde eve döndüklerinde,
Bütün yemek kaplarının kapaklarını kaldırırım,
Ve tüm matemliler gülümser,
Ve yemek tıpkı bir düğün törenine döner,” 

                                               /Cenaze yemeği / (Perideipnon) 

 

Doygunluk, tanımlanamaz bir mecraya yol aldıkça dışkının geri dönüşümünü gıda bağlamında konuşur olacağız ki, o günleri gübre eğrisiyle açıklıyor olmak da biçem olarak ifadesiz kalacak! Hiçbir şeyin imkânsız olmadığı bir dünyada sürekli anlık tüketimler içinde olmanın yorgunluğunu cenaze yemeği ile açıklamaya kalkınca, bakış açısındaki hazımsızlık da haliyle çok göze batıyor. 

Yeni doğan insan yavrusunun anne memesini aramasıyla, ölümle her yüzleşmesinde ölümlü olduğunu bir kez daha hatırlayan insanın mezarlık dönüşü içgüdüsel yemeğe saldırması arasında fark yok. Yaşama tutunmanın iki dudak arasından geçtiğini hiçbir zaman unutmayan insanın gastronomi serüveni, çağımızda giderek doyumsuz bir hazımsızlık engeline takılıyorsa bunda suçlu aramak kadar abes bir şey olamaz. Açgözlülük, gerçek üstü sandığımız ikiyüzlü sanatımız olmaya devam ediyor. Hem de sonsuzluk boyutunda! 

Genlerin doğası neyse oyuz. Daha ötesi “yaşasın yemek”.