Yaşamın Amacı

Yazar : Ayhan CÖNER
Konu : Felsefe

“Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır.”

Gastro-felsefe yazılarım ile ilgili varsa soru ve yorumlarınızı bana yazmanız iletişimimizi daha da güçlendirecektir. Bunun için ac@ayhanconer.com  adresimi kullanabilirsiniz.  

 

Bazı sözler vardır; tek bir cümlede bizleri alır götürür. Bu yazıma işte o kuvvetli sözlerden biri ile başlamak istiyorum: 

Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır.

 

Canlının olduğu her yerde bir yaşam ve o yaşamın olduğu yerde de  yaşamın bir amacı olması gerekir. Bu önermeyi insan boyutuna taşıdığımızda ise amacı olan bir yaşamdan bahsedilmesi sanırım yaşamın kendisine ve yaşamaya anlam katan bir saptama olacaktır. Beni çok etkileyen alegorilerden birini sizlerle paylaşmak istiyorum: 

 

“Bir 19.yüzyıl efsanesine göre Gerçek ile Yalan bir gün buluşurlar. Yalan Gerçeğe “Bugün hava ne kadar güzel değil mi?” diye sorar. Gerçek, şüpheci bir bakış ile başını gökyüzüne kaldırarak bakar ve havanın gerçekten çok güzel olduğunu görür, başını sallayarak onaylar. Gerçek ile Yalan birlikte yürüyerek vakit geçirmeye başlarlar. Az gittikten sonra bir kuyunun yanına gelirler ve Yalan kuyudan aşağıya bakarak Gerçeğe “Su ne kadar güzel değil mi? Hadi gel birlikte suya girelim” der. Gerçek aynı şüphecilikle başını kuyudan aşağıya eyer. Su gerçekten çok güzeldir. Birlikte soyunup suya girerler. Kısa bir süre sonra Yalan su’dan fırlayarak kuyudan çıkar ve Gerçeğin kıyafetlerini alarak oradan koşarak hızla uzaklaşır. Yalan’ın hemen arkasından kuyudan öfke ile fırlayan Gerçek, Yalan’ın arkasından onu koşarak yakalamaya ve kıyafetlerini geri almaya çalışır. Ama Yalan öyle hızlı koşar ki, Gerçeğin koşturması nafiledir. 

 

Yalan Gerçeğin kıyafetleri ile kayıplara karışır. Ne yapacağını bilmez bir şekilde ortada çırılçıplak kalan Gerçeği gören tüm Dünya onu kınayarak öfke dolu bakışlarını geriye çevirir. Gerçek büyük bir utanç içerisinde hızlıca kuyuya geri koşar, içine girer ve bir daha ortaya çıkmamak üzere orada kaybolur. O günden beri Yalan Gerçeğin kıyafetlerini giyerek tüm Dünyayı dolaşır ve toplumların ihtiyaçlarını karşılar. Çünkü Dünya hiçbir zaman içinde Gerçeği tüm çıplaklığıyla görecek bir istek barındırmamıştır.”

 

İnsan denen varlığın akıl denen ve onu tüm diğer canlılardan ayıran düşünebilme kapasitesinden dolayı, insan; aklını süzgeç olarak kullanabilen felsefi bir varlıktır. Yaşantımızda 5 duyumuz ile algıladığımız; dokunabildiğimiz, işitebildiğimiz, tadabildiğimiz duyabildiğimiz ve görebildiğimiz şeylerin bütününü gerçek olarak algılıyoruz, değil mi? Peki, ya 5 duyumuzu kullanarak varlığını hissettiğimiz bazı şeyler anlattığım alegorideki gibi “Gerçek kıyafetini giymiş birer Yalan” ise? 

 

Mesela üzerinde her Organik yazan ham meyve sebze, tahıl veya işlenmiş Gıda’nın gerçekten Organik olup olamayacağını, 100% saf meyveden olarak belirtilen şişelenmiş, kutulanmış bazı renkli sıvıların taze meyve suyu olduğunu, üzerinde günlük yazan ama neredeyse bir hafta boyunca buzdolabında +5 C’de raf ömrü biçilen sütlerin ne kadar günlük olabileceğini, kısa sürede  tüketilmediklerinde küflenmeyen yoğurtları, peynirleri, ekmekleri, kurtlanmayan elmaları arada hiç düşünüyor ve sorguluyor musunuz? Yoksa sizler de “Gerçeğe” tüm çıplaklığıyla bakma isteğini içinizde barındırmıyor musunuz? 

 

Gerçek 5 duyumuza hitap etmek üzere bir takım kılıklara bürünür ve  bizlerin güzel-çirkin, iyi-kötü, sıcak-soğuk, ucuz-pahalı, kolay-zor, aydınlık-karanlık gibi zıtlık içeren sıfatlarla kendisini tanımlamamıza sebep olur. Gerçek hakkında düşüncelerinizi bir de bu açıdan gözden geçireceğinize eminim. İşin bir de hakikat boyutunu insanı merkeze alarak birlikte düşünelim mi? Hakikat gerçeğin kılıktan kıyafetten arınmış çıplak halidir ve genelde bir olayın arkasında yatar. Bizler onu ilk adımda göremeyiz. Hakikat iyi ya da kötü, sıcak ya da soğuk değildir. Hakikat daima iyidir, daima güzeldir. Tezatlık içermez. Hakikate ancak felsefe yaparak varabilir, var olan bilginin derinlerine inebilir, ve bu sorgulamacı metodoloji ile bilincimizi uyandırabilir, benliğimizi yüceltebiliriz. Demek ki felsefeye bir bilinç uyanıklığı da diyebiliriz. Yaşamda yaptıklarını sağlam bir düşünsel temel üzerine oturtan insanlar büyük düşünürdürler ve bizler onları Büyük İnsan olarak anarız. Mesela bu büyük insanlardan Albert Einstein, şöyle der; “Bir konuyu basite indirgeyerek anlatamıyorsan, o konuyu öncelikle sen anlamamışsın demektir.” Bir şeyi basite indirgeyerek anlatabilmek sözde kolay özde zor bir faaliyettir. Anlattığımız şey herhangi bir konu olabilir, o şeyi tamamen bildiğimizi zannederiz. Çünkü bilmek isteriz. 

 

Aristoteles’in metafizik kitabının girişinde belirttiği gibi “Bütün insanlar” doğaları gereği bilmek isterler”. İsterler çünkü  yüzeyde karşısındaki kişiyi etkilemek, bilinçaltında bir Freud’cu entelektüel orgazmdır. İşte bunu gerçekleştirebilmek ciddi entelektüellik ve birikim gerektirir. Bugün bir entelektüel güçlükle karşılaşmak kendi bilgisizliğini kabullenmek demek. Böyle bir “bilme” arzusundan çok uzaklaşmış olan insan, kendi doğasını neredeyse reddetmek üzere. Doğamızda olmayan şeyleri doğamızdaymış gibi kabulleniyor olmamız ise bilgisizliğimizden kaynaklanıyor. Ne kadar oksimoron bir durum değil mi? Hem doğamız gereği bilmek istemek, hem de doğamızdan yani bilginin kendisinden uzaklaşmak ve bilgisizce haraket etmek… Modern çağın belki de en büyük dilemmalarından biri bence bu. Bu durumdan kurtulmak ise sadece insanın kendi elindedir. Bahsettiğimiz kimi Kutsal Kitaplarda vaktiyle Yasak Elma’yı yiyerek çalışmaya mahkum edilmiş olan İnsandır. Ham olarak doğan insanoğlu ancak kendisine bahşedilen özellikleri kullanarak hayatta kalmayı başaracaktır. Bunun için de Çalışması gerekir. Çünkü çalışma insanın varlık temeli ile ilgili bir fenomendir. Zira doğanın hayatta kalmak için desteğini esirgediği bir varlık; yaşamak için, hayatta kalmak için herşeyi kendisi düşünmek, kendisi meydan getirmek zorundadır. Hani halk arasında “İnsanlık hali” deriz ya, varlık olarak İnsanın fenomen yapısal özellikleri, yani insanlık halleri farklı başlıklarda toplanabilir. 

 

Mesela bilen insan. Çünkü insan bilmeye mecburdur. İnsan bilme peşinde koşmazsa gelişemez, uygarlık kuramaz, en nihayetinde hayatta kalamaz. İnsan bilgiyi tıpkı lise ve üniversitelerde gördüğümüz gibi tarih-coğrafya bilgisi, felsefi bilgi, hayat bilgisi, fen ve edebiyat bilgisi, sanat bilgisi gibi türlere ayırır. 

 

Yapıp eden bir varlık olarak insan aktif bir varlıktır. İlişki, olaylar, kaygılar gibi çeşitli hayat durumları vardır. Yaşayabilmek için onlarla hesaplaşmak ve onların içinden sıyrılıp çıkmak zorundadır. 

 

Bu yapıp etmelerin arkasında insanın bazı değerleri vardır. Bu değerlerden saflık, dürüstlük, dostluk, adalet,  güven, saygı, şeref gibi birtakım yüksek değerleri vardır. Filozoflar, bilgeler, sanatçılar, devlet adamları bu değerlerin taşıyıcısı olmalıdırlar. Çünkü bu yüksek değerler insanları birleştiren değerlerdir.  

 

Bir de araç değerler vardır. Bunlar, yarar, çıkar, kuşku, kıskançlık, ekonomik arzular olarak karşımıza çıkarlar. İş adamları ve politikacılar bu değerlerle güdümlenen sınıfta yer alırlar.

 

Davranış değerleri ise toplumun sosyal yapısında, geleneklerinde bulunan değerlerdir. Görgü kuralları, gelenekler, adetler bunlara birer örnektir. 

 

Hayatın akışı içerisinde ise İnsan, tavır takınan bir varlık olarak karşımıza çıkar. Diğerleriyle olan ilişkilerimizde tavrımız belirleyici bir rol oynar.

 

İnsan diğer yandan önceden bir takım şeyleri görerek ve belirleyerek onların akışını kendi niyet ve amaçları yönünde çevirmeye çalışabilir.

 

İsteyen insan ise çalışarak harekete geçen insandır. Zira çalışma enerji kaynağıdır.

 

Özgür insan ise yapacağı işi seçerek kendi mutluluğunun ya da mutsuzluğunun temellerini atacaktır.

 

Kendisini bir şeye veren, seven bir varlık olarak insan ise o şeyle bütünleşerek temel varlık özelliklerinden birine kavuşur. İnsanın yaptığı iş sevmesi gerekir. Sevme olgusu özgürlükle ve değerlerle birleşiktir. İşin kendisinin amaç niteliği taşıması ve bu varoluş biçiminin bir saflık halinde ontolojik bütünlüğünün bir parçası olması yüksek değerlerle çalışan insanlar için bir ön koşuldur. Ancak yaptıkları iş sanat, bilim, felsefe veya herhangi bir başka meslek; ne olursa olsun, sadece bir iş veya meslek olarak görenler ve işin kendisiyle değil işin sonucunda elde edilenle ilgilenenler araç değerler tarafından yönetilirler. 

 

Şu yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır konumuzu biraz içselleştirelim mi? Hadi şimdi gözlerinizi kapayın ve önce kendinizi bir düşünün: “İşin kendisinin amaç niteliği taşıdığı için mi çalışıyorsunuz, yoksa işin kendisi ile değil de sonucunde elde edilenlerle mi ilgileniyorsunuz?” Arasındaki fark; belki de size mutluluğun formülünü verecektir. Tabi ki Hidrojeni oksijen ile birleştirerek su elde etmekten bahsetmiyorum. Ancak dünyamızda kimilerimiz insan tüketimine uygun olmayan kimya formülü mantığı ile sadece elde edilenlerle yakından ilgileniyor. Yine gıdadan örnek verecek olursak mesela peynir yapımında süt yerine margarin, nişasta, kemik unu, ve iade peynirler kullanılması gibi. Margarinin kuru madde oranı %90. Az su ekleyerek margarin açılıyor ve 20 Ton margarinden 45 ton “sözüm ona” peynir imal ediliyor. Bakın, 1 kilo tulum peyniri için 10 kilo süt gerekiyor. Hesap ortada; oran 1’e 10. Yani 45 ton peynir yapımında yaklaşık 500 ton süt yerine 20 ton margarin kullanmayı yeğliyor kimi üreticiler. Tüketici bu hileyi ne yazık ki fark edemez. Peki bu üreticilerin amacı nedir? Anlamamak için saf olmak gerekiyor.

 

Benim amacım çok net. Sizlere aktarmaya çalıştığım bilgiler ile algıyı olması gerektiği hale getirerek bilincimizin yükselmesine katkıda bulunmak. Fütürist Gıda konulu 3.podcastimde tam da bu konuya değinerek; “Tüketicinin = Üretici”  olması yani “Prosümer”’den bahsetmiştim. Bu şekilde kendi yaptığınız peynirden veya yoğurttan şüphe etmeniz mümkün değil. 1.Podcastimin konu başlığını da yine aynı sebepten dolayı “Kurtuluş Yemekte mi?”  diye belirlemiştim.  Podcast konu başlıklarını seçerken hangi mantığı yürüttüğümü de sizlerle paylaşmış olayım. Şimdi tekrar dönelim çalışmaya…

 

Çalışma insanın varlık temeli ile ilgili bir fenomendir. İnsanın hayatın bütün alanlarında meydan getirdiği başarılar her alanda uğraştığı gibi onun çalışan bir varlık olmasına dayanır. Ancak çalışma Anlamlı ve Anlamsız olarak ikiye ayrılır. Anlamlı çalışma yüksek değerlerle bezenmiş verimli ve yaratıcı bir çalışmadır. Anlamdan yoksun anlamını kaybetmiş çalışmaya gelince böyle bir çalışma sadece araç değerler tarafında yönetilen çalışmalardır.

 

Sanat da bir çalışma türü ve insan varlığının bir ifadesi değil midir? Sanat yorumdur ve estetik bir faaliyettir.

 

İnsan bir bütün olarak; beden ve ruhun birleşmesiyle oluşmuş “ben” bilinci olan biyopsişik bir varlıktır. En az tensel olduğu kadar insanın tinsel olarak ta tanımlanması çok önemlidir. Darwin’in insanı hayvana göre bir üst konuma konumlandırması bugün insanı tam olarak açıklamaya ve anlamlandırmaya yetmiyor. Bu durumda insanın değişik varlık kategorileri ile yapıp etmesine, çalışmasına, işine, ortaya çıkardığı ürünlere bir “üst açıklama” getirmek gerekir. Fenomenolojiyi Felsefi metodlarla inceleyerek geliştiren Alman Filozof Max Scheler’in “Geist” yani “Tin” teorisi  bu açıdan insan tanımındaki üst açıklama boşluğunu doldurmaktadır.

 

İnsan neden ve niçin çalışır? Kapitalist sistemin insan varlığını neredeyse tam anlamıyla ele geçirmesinden beri; “Tabi ki para kazanmak ve bu şekilde de yaşantımızı sürdürebilmek için” cevaplarınızı duyuyor gibiyim. Bu cevap kesinlikle geçerli ancak eksik. Çalışmayı anlayabilmek için az önce değindiğimiz insan denen varlığın varoluşuyla ilgili ilkeleri saptamamız gerekir. İnsanı bir varlık olarak çözümleyemezsek, onun sahip olduğu temel özellikleri kavrayamazsak edimlerini nasıl anlayabilir ve anlatabiliriz?

 

Sevdiklerimizi kaybettikten sonra, ya da diğer bir deyişle onlar ebediyete intikal ettikten sonra, onları belli günlerde hatırlar ve anarız. Bunun sebebi yaralarımızın düzelmesi için zamana ihtiyacımız olduğundandır. Biliyor musunuz, hayatımda kimi insanları bu dediğim sıklıkta hatırladığım ve andığım gibi kimilerini de şahsen tanışmamış olmama rağmen neredeyse her gün hatırlıyorum. Mesela İsviçreli Psikiyatr Carl Gustav Jung ya da ünlü Şef, yazar, televizyonlarda program yapımcısı Anthony Bourdain. Derin bir nefes alalım.

 

Fransız hümanist Allbert Camus şöyle demiş; “Tek bir gerçek felsefi sorun var ve bu da intihar. Yaşamın yaşamaya değip değmediğine karar vermek, temel felsefi soruyu yanıtlamak anlamına geliyor.”  

 

Tam 5 ay oldu Bourdain intihar edeli. Ben de Hep düşünüyor ve anlamaya çalışıyorum onun intihar sebebini. Onu sevenler olarak hepimiz okuduk araştırdık ve kimimiz sebebini bildiğini düşünüyor olabilir. Bence hiçbirimiz bilmiyoruz Bourdain’in gerçek intihar sebebini. O restaurantlarda şeflik yaptıktan sonra dünyayı dolaşarak televizyonlarda yiyecek içecek programı maskesi altında insan yaşantısının şartlarını inceledi. Son vardığı noktada birikimleri pek iç açıcı olmasa gerek ki, yaşamına daha 61 yaşında iken son verdi. Bourdain sınırları aştı ve sessizliğe ses oldu. Bilinmeyene ve çoğu zaman bilinmeyen olarak algılananlara gitti. Dünyanın ona en ihtiyacı olduğu dönemde ise ebediyeti tercih etti. Amerika’nın mutfaklarında ağır çalışmaktan beli sakatlanan göçmenlere ulaştı. Dünya şu anda umutsuzca onun gibisine ve onun kalitesine ihtiyaç duyuyor. Haydi yüzleşelim, dünya her gün yanıyormuş gibi hissetmiyor muyuz? Her gün yeni bir kriz, yeni bir sefalet bulvarı görmüyor muyuz? Herkes kendi ekranına yapışık durumda ve dikkatinin dağılmasından korkuyor çünkü her an hissettiği gibi işler aniden feci bir şekilde yanlış gidebilir. Korkuyoruz çünkü anlamıyoruz, ya da başkalarının cehaletle gurur duyduğuna şahit oluyoruz. Bu durum bizlere tüm köprüler yanıyormuş gibi hissettiriyor ve diğer tarafa giden yolun olmadığı düşüncesi oluşmaya başladı. 

 

Bu yüzden Bay Bourdain'lere ihtiyacımız var. Onun yaşamının amacı, amacı olan bir yaşamdı. O belki de her kederin daima kurtuluşla sona erdiğinin mesajını bizlere verdi. Çünkü tüm bu olan bitenlere karşı, o köprüyü, birbirimizden çok farklı olmadığımızı göstermek için açık bir zihin ve boş bir mide ile geçiyordu. Köprüleri yakmaya gerek yok. Bir saniyemizi verip oturup konuştuğumuzda ve  bir yemek paylaştığımızda hepimizin sadece bir insan olduğumuzu fark etmemesi mümkün değil. 

 

Anthony Bourdain cesurdu, meraklıydı, hayat ve yoldaşlık doluydu. O çalışan, üreten, isteyen, yapıp-eden, bilen biriydi. Gıda dünyasının ona çok yaratıcı şekilde ödemesi gereken bir borcu var. Onun ölümü, artık yaşamın karanlık tarafını görmezden gelmemek, kendimize ve başkalarına iyi bakmamız için de acı bir hatırlatmadır. Fakat bundan daha da fazlası, onun ölümü, mirasını sürdürmek için bir itici güç olmalı ve bu dünyadaki güzel şeyleri içinde sendelesek te; biz insanların inanılmaz derecede harika çeşitliliğini kutlamak için. Ve tüm bu büyüleyici farklılıklarımıza rağmen, bunların hepsini birbirine bağlayan evrensel değişmez sabitler olduğunu fark etmek. İyi yemeklerin takdiri ise bunlardan sadece bir tanesidir

 

Gastro-felsefe işte böyle bir şey. Yiyeceğin esansını, özünü yakalayarak onunla insanlar arasında sevgi, şefkat, empati bağlarını evrensel bir ölçekte birleştirmek.

 

Bourdain’i hiç tanımadığım halde onu çok özledim. Belki bir gün onu büyük bilinmeyenlerde göreceğim. Bu rahatlatıcı bir düşünce ama öncesinde “yaşamın amacı, amacı olan bir yaşam” olmalı. 

 

Sevgiyle kalın.