(Ben sohbetin merhabasının ardından çoktaaaan basmıştım kayıt düğmesine.)

T.ACAR: Bu arada, ben kayda başladım bile... (Çaydan yudumluyoruz…)

S.VARIM: Evet fark ettim. Bekliyorum ben soruları…

T.ACAR: Sorudan ziyade, böyle sohbet arasında kaynayan cevap silsileleri olsun dedim 

S.VARIM: Tabii tabii?

T.ACAR: İzmirlisiniz. Bağrından koptunuz. Öncesi var mı yazarlığın? Yani bilirsiniz; şöyle bir düşünülse elbette çok okumak ve birikim gerektiriyor. Geç mi başladınız yazmaya? 

S.VARIM: Ben uzun yıllardır yazıyorum fakat ben 2009 da emekli oldum ve o günden beri yoğun olarak.

T.ACAR: Araştırınca hesap yaptım. Yaklaşık 9 yıllık bir serüvenden mi bahsediyoruz?

S.VARIM: Tabii, tabii... Evveliyatı da var tabii. Kendimce küçük küçük denemeler yapardım. Sağ da, sol da öykü dergilerinde yayımlanırdı.

T.ACAR: Bir yazarın kendini denemesi. Böyle işte araştırmalarıma dayalı söylüyorum. İlk kitaba baktığım da sayfa sayısı da dikkatimi çekmişti. Bir yere bağlayacağım, okuyucu gözüyle de bakıyorum. Yeri gelmişken, zaten okuma özürlü bir milletiz. Yani net işte! bilirsiniz. Bunun altını çizmek gerek geldi şimdi.

S.VARIM: Kesinlikle...

T.ACAR: Yurt dışında bulununca ki bir süre bile olsa gözleyince bir şeyleri, diyorsunuz ki ''İşte bu kanayan bir yaramız!''.

S.VARIM: Adam ihtiyaç görmüyor. Günde iki paket sigaraya otuz lira verirken, mesela bir kitaba on beş lira vermiyor, veremiyor. Pahalı diyor! Böyle enteresan bir toplumuz.

T.ACAR: Onlara da değinmeli aslında. Kitap basım süreci. O apayrı bir serüven değil mi? Az önce kitabınızın sayfaları için demiştim, takriben hatırlamıyorum ama iki yüz küsurlu bir sayfa sayısı; ikinci kitapta yüz seksen sayfa, daha sonra öyle işte. Sanatçılar da vardır, kendini yenileme süreci. Genel de müzik icra eden sanatçılar söyler bunu. Kendini tekrar ettiğin zaman, dinleyiciye pek bir şey sunamazsın, kendini de yok edersin diye. Yazarlar için böyle bir şey mevzu bahis mi?

S.VARIM: Var elbette! Olmaz mı hiç!

T.ACAR: Nasıl oldu da sayfa sayısı azalışa geçiyor! Daha profesyonelleştikçe mi artık yazacağınız öykü, roman her neyse az öz anlatım gerektiriyor. Az, öz olması mı işin sırrı?

S.VARIM: Ben sayfa olarak değerlendirmeden çok romanın anlatacağı, ele alacağı konuya göre değişiyor. Şimdi benim ilk romanım ''TUĞLE BÜYÜCÜSÜ'' casus romanıydı.

T.ACAR: Hemen altını çizelim. Şenocak Yayınları.

S.VARIM: Evet Şenocak Yayınları.

T.ACAR: İlk yayınevi. İzmir de ilk kitap evlerinden. Bülent Şenocak 'a selam olsun. Yüreklilik gösterip uzun bir süre direnen bir kitap evi.

S.VARIM: Evet, evet eksik olmasın…

T.ACAR: Kendi kitap çıkarma sürecinde yaşadığı zorlukları, böyle delip geçmiş. Selam olsun buradan Bülent Şenocak'a da.

S.VARIM: İlk kitabımı bastı evet. Şövalyelik yaptı.

“Tuğle Büyücüsü” Ankara, İstanbul, İzmir, Sakız adası, Berlin'de geçen ve içinde çok fazla olay olan, 1942 yılının İkinci Dünya Savaşı, dünya ve Türkiye’yi anlatan bir roman olduğu için tabi sayfa sayısı arttı. Sonra gelen “SMYRNA CİNAYETLERİ”, “DÜELLO” ve “KÂBUS” romanlarında da mekânı ön planda tuttum. Eski evler, kiliseler, eski semtler, sinagoglar, işte eski camiler, kültür merkezleri. Sondan bir önceki romanım ''KARANLIKTA İKİ CESET'' de gerilimi ön planda tuttum. Daha sonra çıkan ''DEDEKTİF ÇIRAĞI''; o bir ilk gençlik romanı olduğu için çok basit bir kurgu ile oluşturdum romanı. Yani orada karmaşık olaylar yok. Hani çocuklar gençler fazla sıkılmasınlar, olayın esrar atmosferinden kopmasınlar, devamlı sürükleyici bir sistem içerisinde okusunlar diye sayfa sayısını az tuttum. Şimdi üzerinde çalıştığım bir roman var 2016 'ya o. 1918 -1919 'un İzmir'inde geçiyor. Yunanlılar İzmir’e gelmeden önceki İzmir’i anlatan bir kurgu. İşte şimdilik hesaplarıma göre o da bir 300-350 sayfa olacak. Şimdiki yazdıklarım romanlara göre en kalın bu kitabım olacak; ama ben romanı incelik kalınlığı ile değerlendirmiyorum o yazarın anlattığına göre.

Değişir o yani öyle de hani ben çok kalın yazayım diye çok çok çok detaylı betimlemelere, olayın ana örgüsü ile bağlantısı olamayan olaylara girmenin bence hiç bir anlamı yok. Çünkü biliyorsun polisiye romanda olayın heyecan, gerilim boyutu da önemli. Bunu aşırı betimlemeler ile ana kurgu ile ilgisi olmayan olaylarla doldurursanız çok sayfalı yazayım diye amacınızdan koparsınız. Romanın gerilimi kaybolur, tadı tuzu kaçar sonra polisiye de biliyorsunuz hep katil veya suçlu belli olduğu için, okuyucu da roman kahramanını takip edebilmeli. Acaba suçlu şu kişi mi? Karşısına bir olay çıktığı zaman bir roman kahramanıyla onu değerlendirip yoksa suçlu şu kişi mi demesi gerekir. Eee siz çok olay ayrıntısına girerseniz, uzun yazacağım diye boğarsanız, okuyucunun bu keyfini de kaçırırsınız. Sonra derler ki adam sayfa doldurmak için roman yazmış derler.

T.ACAR: Kapak da satışta ne kadar etkili değil mi? Kitabı okur alınca eline aralarında bazen şöyle bir diyalog da geçiyor bazen. Off… Fena bu kitap, çok kalın ilk beş yılda okurum artık. Gerçi kişisine göre değişiyor da bu yorumlar.

Şimdi merak ettiğim sizi en fazla besleyen şeylerden biri de çocukluğunuzu yaşadığınız, sohbetin başında da vardı büyüdüğünüz mekânlar. Şu an röportaj yaptığımız mekân da eski bir Rum evi. Çok da güzel dekore edilmiş. Sevgili Meriç Tanay a teşekkür ederiz bize bu imkanı sunduğu için. Sizi bulunduğumuz mekan o bahsi geçen günlere ışınladı diye bilir miyiz?

S.VARIM: Tabi canım. Ben eski bir Rum evin de büyüdüm. 10-11 yaşına kadar çocukluğum orada geçti. Büyük odalar, yüksek tavanlar, ikonalıklar, bodrum katları, cumbalar böyle bir ortamda büyüdüm.

TACAR: Çocukların özgüveninin, ne denli güzel beslenmesi gerektiğinin altını çizmek gerek burada da.

S.VARIM: O kesin.

T.ACAR: Bu da benim kanaatim. Sizi bu kadar free veya neyse özgür bırakmasalardı belki de romanlarınız bu kadar renklenip apayrı bir boyuta ulaşmayacaktı.

S.VARIM: O zaman şöyle bir ortam var yani, biz mahallede yetiştik.

T.ACAR: Ne güzeldir o mahalle kültürü. Şimdi beton çocukları serisi ne üzücü düşününce! Hiperaktiviteden tutun tüm problemleri körükleyen türlü olasılıksızlıklar silsilesi döneminin çocukları.

S.VARIM: Dediğim gibi mahalle de yetiştik, ne bileyim artık şimdi kalmadı. Benim çocukluğumda vardı. 19 yüzyılın İzmir'inde de varmış İngiliz bahçesi mesela. Biz mahalle arasında Teksas, Tombix, Zagor olurduk kendimizce veya ne bileyim İngiliz bahçesine giderdik. Kendimize göre olaylar yaratırdık. Sen haydutsun, sen kovboysun, o şerif böyle oynardık. Mahalle kültüründe yetiştiğiniz zaman o arkadaşlık ilişkileri o yüzyüze bire bir ilişkiler sizin yaratıcılığınızı arttırıyor. Eee tabii, o zamanlarda Türkiye’de çizgi romandan geçilmiyordu, cep foto romanları vardı. Genç kızlar, çocuklar onları okurdular.

T.ACAR: Teknolojiye sitem mi var?

S.VARIM: Teknolojiye sitem değil de yani ben basılı yayının tadını internetten almıyorum.

T.ACAR: İnternetten yayınlanan kitap okuma serüveni çekici gelmiyor, sayfanın hışırtısı duyulacak o kâğıdın kokusu vs vs…

S.VARIM: Onunla bütünleşeceksiniz ki, hayal gücünüz hareket geçsin diye düşünüyorum. Şimdi benden çok genç birisi ''Yaa! Adama bak amma geri kafalıymış, internet gibisi var mı? '' der mi? Der yani…

T.ACAR: Bu hala tartışmaya açık bir mevzu gibi ama yine de aşk yaşanır anlatılmaz misali o kitabı okurken kokusunu ve görselliğini algılamanın apayrı bir hazzı olduğuna inanıyorum.

S.VARIM: Bakın şimdi şöyle bir olay var. Çizgi roman. 

T:ACAR: Evet!

S.VARIM: Veya herhangi bir roman basılı okuduğunuz zaman, sosyal ortamın içindesiniz. Bunu anneniz, arkadaşınız, babanızla konuşabiliyorsunuz ama bilgisayarın başında tek başınasınız. Yani bütün iletişiminiz bilgisayarın başında ne diyorlar onlara, messengerlar ile haberleşmek. Garip bir Türkçe ile birlikte .

''Ne haber...nbr, Slm, Buluşuk, Buluşalık, Hülooo”  gibi...

Bu şekilde anlaşıyorlar. Bilgisayarın başında tek başına. Yani tamam karşı tarafta birisi ile konuşuyor ama yüz yüze ilişki değil. İşte ondan sonra ne oluyor modern toplumun sorunu? Yabancılaşma, yabancılaşıyor hem kendine yabancılaşıyor hem de topluma.

T.ACAR: Şimdi benim izlediğim kadarıyla öykü, roman vs. yazan yazarlarımız bir süre sonra çocuk romanı, genç romanı da yazıp onlara hitap eden kitap çıkartıyorlar. İlk başta yetişkinlere yazarken sonra çocuklara yazmaya başlıyorlar. Nasıl oluyor yani? Kararı ne belirliyor? Öyle işte, dikkatimi çekmişti sorayım şimdi dedim. Şöyle gireyim o soruya gençlere hitap eden romandan bahsettik bu süreç nasıl oluştu kafanızda, biraz belki de bu izlediğiniz bu periyottan sonra gençlere bir tür sesleniş mi sizin açınızdan?

S.VARIM: Yoo sesleniş değil de, işte benim çocukluğum da bir takım düşlerim vardı. Bir takım olaylar vardı ya dedim bir tane de çocuk romanı yazayım dedim. Oturdum yazdım. Pek iddialı da değildim bu konuda,  hala da iddialı değilim.

T.ACAR: O apayrı bir boyut gibi değil mi? Onlara hitabet daha zor mu ki? Daha ince detaylımı düşünmek gerekiyor. Onu biraz açabilir miyiz?

S.VARIM: Tabii canım. Olmaz mı? Şimdi şöyle bir olayı üç satırda anlatıyorsanız  yetişkinler için, romanda bir çocuk  için daha basit, tek satırda anlatacaksınız. Yani çocuğu fazla sıkmayacaksınız. Kafasını fazla karıştırmayacaksınız. Daha basit bir üslup kullanacaksınız. Ben de böyle bir deneme yaptım. Hiç iddiam yoktu. İşte Labirent yayınları, kitaplarımı basan yayınevi 'Çocuk polisiyesi basacağım, senin de vardı yollasana '' dedi.

Ya dedim ne gerek var? “Yani ne bileyim bu roman olur mu çocuklara ?” dedim. Ben bir inceleyim dedi Hüseyin Bey, baktı, inceledi beğendi. Sonra ben de okudum. Dur bir bende dursun biraz daha dedim, biraz daha olgunlaşsın. Bazı yerlerini düzenledim tekrar, içime sinince yolladım yayınevine yani öyle tesadüfen çıktı aslında. Benim onu bastırmak gibisinden bir niyetim yoktu.

T.ACAR: İyi ki de çıktı...

S.VARIM: Çocukluk düşlerimi yazayım dedim yani o eski mahalle kültürünü tabii ondokuzuncu yüzyıla götürdüm yine.

Hani eski çocukluk arkadaşlarımın anısına bir şeyler yazayım dedim. Basıldı. Satışları da iyi gidiyor. Kasım ayında piyasaya çıktı.  İstanbul kitap fuarı sırasında yani ileride yazabilirim ama dediğim gibi çocuklar için yazmak, büyüklere yazmaktan çok daha zor.

T.ACAR: Gece mi yazıyorsunuz romanları?

S.VARIM: Yok.

T.ACAR: Gündüz  yazıyorsunuz  o halde?

S.VARIM: Evet, sabah 10 akşam 5. Öğlen yemeğine giderim. Akşam evde hiç çalışmam. Cumartesi, Pazar da hiç çalışmam. Memur gibi yazarım ben.

T.ACAR: Müthişmiş…

S.VARIM: Evet.

T.ACAR: Beyninizi neyle besliyorsunuz? Gıda tüketimi ne durumda? İlla ki yazarken bir atıştırma durumu oluyordur.

S.VARIM: Anladım, evet benim sigara, kahve.

T.ACAR: Çok yararlıymış!

S.VARIM: Eee zararlı canım, ama ne yapayım? Öyle işte. Sigara, kahve. Bir de çok ıvır zıvır kraker, cips.

T.ACAR: O dakikalar da yazabilmeniz için bir koku, bir objeye ihtiyaç duyuyor musunuz? Genel de ortamı siz mi yaratırsınız? Genel de konuştuğu da bir yazar ya da şair ile, bana şey diyorlar; işte alıp götürür beni o koku, o obje her neyse.

Bir röportajınızda okumuştum, bazen kendimi bulabilmek için iki gün yazmam, çıkar dolaşırım, kafamı dağıtırım, dokunmam kitaba diye.

S.VARIM: Evet, doğru. Hep buralarda. Eski Rum evlerinin olduğu sokaklarda yürürüm. Bulunduğumuz mekanların olduğu yerler de dolaşırım. Bu semtler de dolaşırım.

T.ACAR: O zaman görsel sizi daha etkiliyor...

S.VARIM: Yok,yok çalışırken büroda Bach dinlerim. Klasik müzik de Bach dışında bir şey dinlemem. Bir de, yazma sürecinde, olayı sanki bir çizgi roman karesi gibi veya film karesi gibi gözümün önünde canlandırırım. Anlatabiliyor muyum?

Yani işte hani kütüphanenin önünde durdu diye yazıyorsam sanki hakikaten bir çizgi film karesinde veya film karesinde olduğu gibi bir kütüphane, kitaplar ve orada duran bir roman karakteri, o vardır. Yani ben onu kafamda zihnimde nasıl tasarladıysam kahraman bıyıklı, uzun saçlı, kısa saçlı, sakallı neyse o durur orada. Bunu kafam da canlandırmadan yazamam.

T.ACAR: Kitaplarınızın hepsi mutlaka sizin nezdinizde çok değerli. Yazma sürecinde oluşan bir duygu seramonisi de vardır ve sanatçılar bazen der ''benim çocuğum gibi'' Sizin için derinlemesine yaşadım, çok etkilenerek yazdım dediğiniz hangi kitabınız? Süreçleri? İrdelemesiyle?

S.VARIM: Bütün kitaplarımı severim de fakat “SMYRNA CİNAYETLERİ’nin” ikinci kitabı “KABUS”, bunu yazarken çok zorlandım,  çünkü o eski İzmir’in Ermeni mahallesinde geçer. Şimdi yanan yerde. Şimdi Haynots denilen yer. Zamanında orada bulunan kiliseleri, okulları, sokakları, caddeleri gerçek adları ile bulmak için çok uğraştım. Fransızca adlarını buldum. İçime sinmedi. İstanbul‘da bir Ermeni arkadaşımın yardımıyla Ermenice adlarını buldum. Beni en çok yoran roman bu oldu.

T.ACAR: Sizi etkileyen yazar ya da yazarlar kimler?

S.VARIM: Dostoveski'yi severim. Tolstoy’u çok severim. Rus edebiyatına karşı bir tutkum var. Polisiyecilerden Agatha Christie’yi severim. Morris Lublin'ı severim. Altın çağ döneminin Amerikan polisiyecileri Dashiell Hammett, Raymond Chandler bunları çok severim.

Ama şimdi çok severim diyorsam da sevmediğim romanları da vardır. Rus edebiyatında  Fyodor Dostoyevski, Tolstoy, İvan Turgenyev okuduğum zaman, ben bu adamın bu romanını sevmedim dememişimdir şimdiye kadar. Rus edebiyatına karşı özellikle bu üç yazara karşı büyük bağlılığım var benim. Buna istinaden de şu an üzerine çalıştığım romanın dedektifi İstanbul’dan İzmir e gelen bir Rus,  1918 yılında.

T.ACAR: Bazı okuyucular dile getirir ki benim için de vardır ''başucu kitabı dediğimiz'' kitabı bitirip tekrar başa dönüp okuyanlar da var. Bazı şeyleri kaçırdı, aradı. Kitapta söz ettiğiniz gibi ince bir detaya takılıp sizin onu araştırıp, gerçeğe dayata bilmeniz için ciddi bir emek sarf ediliyor.

S.VARIM: Bilinçli okuyucu olmak da güzel.

T.ACAR: Bu kadar emek, bunca kitap, özveri ve bu serüveni şöyle bir nitelendirirsek eğer; Türkiye’de kitap yazmanın sürecini bir değerlendirseniz! Genç yazarlara tavsiyeler neler olurdu?

S.VARIM: Öncelikle yazdıkları kendi içlerine sinecek. Kendi içlerine sinmiyorsa eğer, ya ben yazar olayım, ben bir şeyler yazdım, göndereyim bir yerlere iyi bir yaklaşım değil. Çok okuması gerekli. Tek bir alanda da değil. Aşk romanı yazıyorsa da, felsefe okuyacak, psikoloji okuyacak, tarih okuyacak, post modern edebiyat okuyacak. Çünkü sonuçta yazar belirli bir noktadan sonra kendi kurgu tekniğini kendi geliştiriyor ama bir kuramsal açıdan diğer yazarların da kurgu tekniğini bilmesi lazım. Bu açıdan çok okumak önemli. Bir yazar psikolojiyi uzmanlık düzeyin de olmasa bile bir kahramanı yaratacak kadar bilecek çünkü kahramanın psikolojik özelliklerinden bahsediyorsunuz. E biraz psikoloji okumazsanız yarattığınız kahramanın ruh haliyle davranışları arasında bağ kuramazsınız. Bu sefer uyanık bir okuyucu der ki ''yazara bak, ne biçim kahraman erkek yaratmış, ne biçim konuşturuyor'' Yani bir roman da bir kadını bir erkek gibi konuşturamazsınız öyle değil mi? Veya bir kadının düşüncelerine bir erkek düşüncesi monte edemezsiniz. Bir çocuğu bir büyük insan gibi düşündüremezsiniz. Şimdi bunun için, çok boyutlu okumak gerekiyor. Önce okuyacaklar. Yani hep klasik deyimdir ne bulursan oku ya ne bulursa okumasın canım. Temel kaynakları klasikleri, post modern edebiyatı, psikoloji, tarih bunları okusun. Şimdi piyasada ''bestseller '' türü romanlar var, kimi yazar ya da eleştirmen diyor ki yani bunlar okunmasın boşa zaman kaybı ya onları da okusunlar hiç değilse nasıl yazmamaları gerektiğini öğrenirler.

T.ACAR: Yabancı dile çevrilerek, yurtdışına açılmayı Suphi VARIM düşünüyor mu acaba?

S.VARIM: Var valla. Smyrna Cinayetleri Londra kitap fuarına gitti. Smyrna Cinayetleri ''KABUS'' Ermenistan'a gitti. Smyrna Cinayetleri  “Kabus” ve KARANLIKTA İKİ CESET de bir Yunan kitap fuarına katılmıştı. Frankfurt kitap fuarına da gitti KARANLIKTA İKİ CESET. Bunlar uzun süreçler tabii bir sene iki sene.

T.ACAR: Kitapların, romanların filme uyarlanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

S.VARIM: Film yaptığınız zaman yönetmenin yorumu giriyor işin içine veya aktörlerin o karakteri yorumlaması giriyor. Şimdi bir yüzüklerin efendisi örneğin siz romanı okurken kafanız da bir Gandalf var ise, beyaz perde de gördüğünüz o Gandalf ile uyuşmuyorsa rahatsız olabilirsiniz. Onun için bu ikisini ayırmak gerekir. Ben bunun romanını okudum, filmini beğenmedim demek bence mantıksız. Çünkü ikisi ayrı dünya.

T.ACAR: Siz yazarlar sözleşme yapıldığında kitabı yayınevi tamamen devir alıyor bildiğim kadarıyla. Bir yazar bir söyleşi de belirtmişti, şöyle bir cümle kullanmıştı ben kitabı haklarıyla birlikte vermiş oldum, imza attıktan sonra benden çıktı ve bundan iki hafta sonra adının değiştiğini gördüm, içim acıdı resmen. Satış için uygun değildi denmiş vs vs. Bir başka kitap ise filme uyarlandığı süreç de isim değişikliğine uğruyor ve küçücük bir parantez içinde kitabın asıl ismi yazılmış. Yazar bunları anlatmıştı söyleşi de öyle işte.

S.VARIM: Şimdi, şimdii orada sözleşmeye bakılacak. Yazar uyumuş demek. Kusura bakmasın ama. Bir yazar sözleşmeyi okuyacak. Bazı yayınevleri, yazar farkında değil sözleşmeyi okumuyor, yayınevi roman da istediği gibi değişiklik yapma yetkisine halis oluyor. Sonra bir bardak su içsin üstüne.

T.ACAR: İlk romanınızdan bu zamana bakınca keşke şöyle yazsaydım dediğiniz oldu mu? Bu olgunlaşma sürecini yazar nasıl elde ediyor? Eleştirmenleriniz de var!

S.VARIM: Eleştirmenlerin görüşleri önemli fakat eleştirmen şöyle yapıyor, Romanı alıyor, okuyor, güzeldir diyor, kötüdür diyor, şöyle olsa daha iyi olurdu diyor, ya da dört dörtlük diyor.

T.ACAR: Herkese hitap etsin, beğenilsin, okunsun yok böyle bir şey. Herkesi mutlu edemezsiniz. Okur nankördür ibaresi var.

S.VARIM: İşte burada asıl değerlendirici olan yazarın kendisidir. Eleştirmen bu romanınızı okudu. Beş yıl sonra bir daha o romanı okumaz. Bakalım ben beş yıl önce Suphi nin romanını okudum şunları yazdım bakalım şimdi beş yıl geçmiş bir daha okuyum bakalım ne düşüneceğim demez. Orada işte bunu söyleyecek olan sizsiniz. Yazar eski romanlarını arada bir okuyacak, diyecek keşke bunu böyle yazmasaydım. Ben diyorum. İşte bu yazarın olgunlaşma göstergesi. Yazma süresini olgunlaştırma aşaması. Geçmişe bakacak. Kendini tartacak, eski yazdıkları aynasıdır. Güzel yazmışım, kötü yazmışım, böyle yazsaymışım daha iyi olurmuş. E yeni romanlarım da bunlara dikkat edeyim. Bunun başka bir ölçütü yok. Zaten bir yazar beş sene önce yazdığını beğeniyorsa bence o yazar filan değildir.

T.ACAR: Hangi yayınevi karmaşası da yaşanıyor değil mi? Doğru kapı hangisi gibi ?

S.VARIM: Bir kere kendi yazdığı türde hangi yayınevleri kitap basıyor onu incelemek lazım. Şimdi bir yayınevi, atıyorum; bilimsel, felsefe kitapları basıyorsa ona fantastik bir roman gönderin, polisiye gönderin veya roman gönderin hiç anlamı yok. Kimi yayınevi tamamen klasik basıyordur. Tanınmış yazarlar dışında hiçbir yazarın kitabını basmıyordur; buraya da göndermenin bir anlamı yok. Yani bir araştırma süreci. Araştırılacak o yayınevi bulunacak. O yayınevine posta ile değil de bizzat yayınevine gidilip editör ile görüşme suretiyle o kitap teslim edilecek. Çıktı olarak teslim edersiniz ya da mail ile gönderirisiniz o artık yayınevinin takdiri. Mutlaka benim alanım da kitap basan yayınevlerine gitmek durumundayım, bir yazarsam. Bunun dışında kalan macera olur. Ben de duyuyorum tabi editör arkadaşlardan, işte bir roman yazmış altı veya yedi yayınevine e posta ile göndermiş. Bunların hepsi birbirini tanıyor. Yazar için pek iyi olmuyor. Hemen kara listeye. İşin başında böyle olmaması için dikkat etmek gerek. Bir yazar adayı birçok yayınevine hangisi tutarsa mantığı ile göndermesin.

T.ACAR: Seçici olmak lazım.

S.VARIM: Bir de etik değil yani. Beş yere birden gönderiyorsunuz hangisi tutarsa. Bir yayınevi ile görüşülür ondan cevap alınır. Cevap olumsuz ise başka bir yayınevinin arayışına girilir.

T.ACAR: İmza günlerinin heyecanın da bahsedelim istiyorum. Yılın en iyi polisiye dalında ödülünü aldınız ki beni kırmadınız geldiniz çok teşekkür ediyorum. Gurur duyduk…

S.VARIM: Teşekkür ederim.

T.ACAR: Unutamadığınız bir anı diyecektim arada kaynadı İmza gününde okurlar ile ilgili…

S.VARIM: İmza günleri eee tabi heyecan. Yeni romanın çıkması bir heyecan.

Var tabi. Bir genç okuyucu roman da neden bayanın elini öpünce, elini başına götürmedi diyor. Ya hiç mi geçmişi incelemedin. Hiç mi araştırmadın. Hiç klasik filmde mi izlemedin. O dönemlerin âdeti. Bu bana çok komik gelmişti. Orada da gülmüştüm ayıp oldu belki ama ya bir de mail atanlar var. İzmir Türk'tür, Türk kalacaktır gibi. Yani hep Ermeni, Rumları filan yazıyorum ya, bunlar nereden çıktı diyorlar. Biraz da gitsin tarih okusunlar canım. Bunlar da  işin tatlı tarafları.

T.ACAR: Eleştiri tatlı boyut da gelince onore de ediyor. Bilinçsizce gelince, boş sorular ile eleştiriler insanı üzüyor diye bilir miyiz?

S.VARIM: E tabi...

Şimdi sen nasıl şartlanmışsın. Elini öpülür başa konur. Eski Türk usulü. Anlayamıyorum yani, çocukluğumuz da biliyorduk. BBC dizisi seyrediyorduk, Klasik filmler seyrediyorduk. Çocuk romanları okuyorduk. Orada gelir şövalye gelir, genç kızın elini öper. Bana orada, imza günün de okuyucu genç kızımızın 23-24 yaşların da böyle yorumlaması çok acayip gelmişti. Ne diyeyim şimdi? Acıyayım mı? Güleyim mi? Bilemedim. Hiç mi okumadın? Şövalye romanı da mı okumadın?

T.ACAR: Toparlamak gerekirse! Eleştiriyi o zaman mantık çerçevesi içerisinde süzerek bir sanatçıya yöneltmek çok daha iyi olacaktır. Hem karşı tarafı onore etmek gerekli ya da eleştirmek.

S.VARIM: İyi de şimdi bu eleştiri değil ki. Bir şeyi bilmiyorsun, yazarı suçluyorsun. Eksik yazmışsınız diyorsun yani.

Tamam, kitabı okumuş, iyi de okumuş da eksik yazmışsınız. Orada elini bayanın öptü fakat başına götürmedi diye eksik yazmışsınız diyor.

T.ACAR: Kitabın satış sürecinde kitap tasarımları çok önem arz ediyor. Vitrin önemli. Okuyucu kapağa bakıp, aldanıp kitap alır mı hiç? Yok, canım yapmaz öyle şey. Yayınevi mi tasarlıyor kapağı?

S.VARIM: Onlar tasarlıyor. Gönderiyorlar. Bakıyorum. Ona göre aramız da bir kaç kere sohbet oluyor bu konuda, bu şekilde yapılanıyor. Yayınevi kitabı okuyor, inceliyorlar, ona göre tasarlıyorlar, gönderiyorlar. Evet, ben de tamam, elinize sağlık diyorum veya şunu şöyle yapın diyorum.

T.ACAR: Teşekkür ederim tekrar.   Vakit ayırdınız. Nice ödüllere Suphi VARIM.

 

İçer miyiz bir çay daha? Gerçekten müthiş tarih kokan bir mekân değil mi? Fotoğraf makinesinin flaş sesine hala fon da soundcheck yapan gurubun 60’lı yıllara ait blues şarkıları karışıyor. Bir istek parçası çalarlar mı acaba? Heyecanlı bir kaç konuk yazarı süzüyor. Bulunduğumuz eski Rum evi mekân da ne hayallere dalıyoruz. 

Gerçekten heyecan lezzetli, sizce de değil mi?