KENDİNE YABANCI

Allah gecinden versin ama en son ne zaman ve nerede toprak gördünüz?

Allah gecinden versin ama en son ne zaman ve nerede toprak gördünüz? Muhtemelen salondaki saksıyı sularken yada çocuğunuzu parka götürdüğünüzde… Peki; çocuğunuzu parka götürme ihtiyacını neden hissettiniz ki?

İngiltere’nin East Midlands bölgesinde 90 küsur yıl önce kurulmuş ilk çocuk parkı. Bu fikri ilk kez düşünen ve parkı kuran Charles Wicksteed acaba neden ihtiyaç duydu çocuk parkına? Çok kanıksadığımız için üzerinde hiç düşünmüyor olabiliriz ama gerçekte çok saçma bir şey değil mi çocuk parkı!

 

Çocuk parkı denen şey neden vardır? Salonda neden saksı içinde çiçek vardır? Cadde kenarlarında neden ağaç dikilidir? Şehirlerde neden parklar ve yeşil alanlar vardır? Yerleşik hayatı abartıp, dev şehirler kuran insanoğluna sormak abes olur mu bilmiyorum ama şehirler neden vardır?

Şehirlerin içine parklar yapmanın, salonun kösesine 3 saksı çiçek koymaktan ne farkı var? Yeşillik olsun diye ise; o kadar yeşillik çoban salatada da yok mu? Tabii şehrinizde park varsa çok şanslısınız, o da ayrı bir yazı konusu. Şehirlerde yeşil alanların yetersiz oluşu üzerine yazılan çizilen oldukça fazla ama parklara neden gerek olduğu konusunun pek de üzerinde durulmaz.

En son ne zaman bir arı tarafından sokuldunuz? Yada şöyle sormam lazım; sizi arı soktu mu hiç? Belki de sadece birkaç sene sonra yazılsaydı bu yazı, soru şöyle olacaktı: Siz hiç arı gördünüz mü?

Amerikada 600 bin arı kovanı 1 yıl içinde boşaldı. Sonrasında devamı da fazlasıyla geldi ama artık saymak da zorlaştı iyice. Arı parkı denen şey henüz düşünülmediği için yaşayabilecekleri daha iyi yerlere mi gittiler? Bilmiyorum ama arılar hem akıllılar hem de hayatın farkındalar, mıncıklanmış gen gördüler mi kaçıyor olabilirler, biz üstüne gidiyoruz. Deli cesareti zaten sadece insanda olan bir cesaret türüdür.

Falanca yerde 20 hektar orman kül oldu dendiğinde, o kül olanın gerçekten orman olduğunu mu düşünüyor sunuz? Ona aslında ağaç topluluğu deniyor. Ülkemizdeki orman yangınlarının çok büyük kısmının aslında orman yangını olmadığı konusu üzerinde de durulmaz pek. Parçası olduğumuz doğanın o kadar yabancısıyız ki, birkaç ağacı bir arada gördük mü orman zannediyoruz, biraz fazla oksijen aldığımızda da fenalaşıyoruz. Kent ormanı ve hatıra ormanı gibi kavramları çok sevişimizin nedeni ne olabilir?

Hayatında yılan gören kaç kişi vardır ki? Herkes korkar ama gören pek yoktur. Hayvanat bahçesi dışında tabii… Hayvanat bahçesi gibi saçma bir şeye neden ihtiyaç duyulmuş olabilir? Çocuklarımıza hayvanları öğretmek için mi? Çocuklarımıza hayvan sevgisi aşılamak için de olabilir bilmiyorum ama zaten henüz insanlaşmamış olan çocuklarımıza hayvan sevgisini aşılamak için hayvanları hayvanat bahçelerine yada evlere hapsetmeyi de bir tek insan akıl edebilirdi zaten.

Hayatınızda hiç tohum ekmişliğiniz yada fidan dikmişliğiniz var mı? Onu geçtim, hiç ağaca çıktınız mı? Ayağınız hiç toprağa değdi mi? Plaj kumu değil, toprak! Plaj kumu deyince aklıma geldi, eskişehirde neden plaj var? Dubaide kayak pisti olur da Eskişehir’de plaj olmaz mı?

 

Kaçımız yıldızları seyredebiliyoruz? Yıldızlar neden varlar bilmiyorum ama bir insan olarak düşündüğümde, biz onları seyredelim diye varlar gibi geliyor bana. Aynı şeyi ateş böcekleri için de söylemek mümkün. Aşağıdaki manzarayı gördük mü hiç? Ben çocukluğumda çok gördüm. Havamı atayım dedim ama sadece 5000 taneymiş gördüklerim! Şimdi balkona çıkıp baktım, gördüğüm yıldız sayısı taş çatlasın 7-8 idi! ki onların da bir kısmının yapay uydu olması gibi bir durum da söz konusu... Şehirden uzak bir yerde görmeniz gereken yıldız sayısı 5000 civarı! Doğal bir ortamda ise; 15000 civarı! Yani aslında bizi gökyüzünden izleyen ortalama yıldız sayısı 15 bin kadar.

 

Eğer koskoca kainatta yaşam olan tek gezegen bizimki ise; Tanrı insanlar için malzemeyi bol bol kullanarak muhteşem bir cümbüş yaratmış ama durmadan zekasıyla övünen insan, bu muhteşemliği bir kenara atıp, şehirleri kuyumcu dükkanına çevirmiş, onunla yetiniyor. Tıpkı salondaki saksılarıyla, caddelerdeki dut ve palmiyelerle, parklardaki banklarla ve plastik kaydıraklarla yetinmekten derin haz duyduğu gibi.

Şimdi bazı kişiler geçen sene gittikleri dağ gezintisini anımsayıp, gururlanabilirler. Doğanın parçası olmak olarak kabul edilebilir mi tam olarak bilmiyorum. Yada rafting maceralarını doğayla mücadele olarak görüp, ufak çaplı bir adrenalin salgısı daha yaptırabiliriz bezlerimize. Afrika yerlileri yada aborjinler adrenalin salgılarını nasıl artırıyorlar acaba! Bizim raft ettiğimiz gibi, onlar da büyük ihtimalle büyük şehirlere gidip, en büyük meydanlarda, karşıdan karşıya geçiyorlardır adrenalin dalgalanması için. Çok daha etkili olabileceği de bir gerçek.

 

Yabancı olmak; hem de doğanın parçası olup, doğanın kendisine ve kendimize yabancı olmak!

Gerçi insan doğanın parçası değil, sahibidir. Dilediğini yok etme, dilediğini yaşatma gücüne sahiptir. Öldürme içgüdüsünü tatmin etmek için hayvanları öldürür ve adına av ve doğa sporu der mesela.

Kendine yabancılık!

Biri var; sabah apar topar kalkıyor, ağzına 2 adet kraker yerleştirirken ayakkabılarını giyiyor, asansörle inip metroya koşuyor, işyerine ucu ucuna yetişiyor, makineden kahvemsi bir şey alıp içiyor, istekli yada isteksiz bir şeyler yapıyor bütün gün; öğle arasında hızlı tüketilmesi gereken bir takım şeyleri midesine döküyor –mesela ekmeğe benzer bir şeyin arasına sıkıştırılmış köftemsi bir şey gibi- aynı şekilde eve dönüp, arzuya göre aromalandırılmış çayımsı bir poşeti sallıyor fincana, ambalajı kendisinden çok daha fazla atığa sebep olan bir yığın kutunun ve poşetin içinden çıkan bir takım şeyleri yiyor, tv izliyor, sosyal paylaşım ortamlarında insani ilişkilerini geliştirip sosyalleşiyor, uyuyor iklimlendirilmiş bir odada, sabah apar topar kalkıyor ve ağzına 2 adet kraker yerleştiriyor… bu biri kim? Siz olabilir misiniz bu?

O siz değilsiniz… siz yaşamıyorsunuz ki… o, biri işte… o birisi para kazanmak zorunda… ama neden?

Sahi biz neden para kazanmak zorundayız?

Etrafımıza iyice bir bakalım; doğanın parçası olmayan ne görüyoruz? Kendimiz haricinde tabii. Çevremizde görebileceğimiz her şey doğada vardır, en yapay zannettiğimiz şeyler bile. Mesela naylon poşet bile doğanın bir parçasıdır. Bizim haricimizde doğal olmayan sadece tek bir şey var: “para”

Çok param olmalı benim!

Neden? O çok para benim arı tarafından sokulmamı sağlayabilecek mi? Yada çok param olunca, başımı gökyüzüne kaldırdığımda 45 bin yıldız mı göz kırpacak bana? Çok param olduğunda, bütün trafik ışıkları benim için yeşile dönebilir! ama 10 metre öteye gidebilmek için hangi canlı yeşilin yanmasını beklemek zorundadır? Düşünülmez…

 

Bir canlı, sizin için herhangi bir şey yapıyor, siz cebinizden metal ve kağıt parçaları çıkarıp, ona veriyorsunuz! Siz bir şey yapıyorsunuz, bu sefer başkası size cebinden çıkarıp bir şeyler veriyor! ve cebimizden bir şeyler çıkarabilmek için, icabında yerin altında kaybediyoruz hayatımızı, icabında uykusuz salladığımız direksiyonun başında. İçine gömüldüğümüz dosyaların ağırlığı altında ezilmekten, kaybedecek bir hayatımız da olmayabiliyor çoğu zaman.

Metal, taş, kağıt, kumaş vs... Her şey aslında doğanın bir şekilde parçasıdır. Plastik bile! Hatta piller bile doğanın parçasıdırlar! Para da sonuçta maddi olarak doğanın bir parçası ama para sadece doğanın bir parçası olsaydı yarar mıydı bir işe?

Doğanın artık parçası olmayan iki şey; para ve insan ikilisidir… Birinin ruhu gittikçe yok olmuş, diğeri ise ruh kazanmıştır. Bu ikili idare eder her şeyi. Ellerinden gelse, kainatı! Birbirleriyle de sürekli savaş halindedirler. İnsanın, kendi başına dert olsun diye icad ettiği para; güçlendikçe, sürekli daha fazla insanın kaybına sebep olmaktadır. İnsan paraya değer verdikçe para güç kazanmıştır ve insanın ruhunu yok edip, bedenini bırakmıştır geriye.

İnsan en zeki canlı türü olduğunu nasıl iddia edebilmektedir? Bilinmez…

Milyarlarca insanın içinde oradan oraya itilip kakılarak, oradan oraya sürüklenerek yaşayıp gidiyoruz. Peki neden milyarlarca insan? 4-5 yıl savaştı diye, 40-50 yıl kendisini eğlenceye vuran ve durmadan popülasyonunu katlayan tek canlı türüdür insan. Bir sonraki savaşa koşarak gidebilecek mutlu insanlara da ihtiyaç olduğu için; uyut uyutabildiğin kadar, kendine yabancılaştır, ne yaptığını bilemesin, iyice aptal olsun, bir yandan üretsin bol bol, diğer yandan da fazlasını tüketsin, tükettiğinin faydasını bile anlayamasın, sorgulayamasın! Ver eline uyduruk teknolojiyi; oynasın, bunun faydası ne acaba bana diye düşünmesin bile! Şimdi farkettim! Teknolojiden hiç bahsetmemişim! Hiç onsuz olur mu? O da bir sonraki yazıya kalsın…