Kolay Yoldan

Konu : Yaşam

Başlık “kolay yoldan” olunca, altını doldurmak da kolay oluyor çünkü hepimiz kolaycı oluverdik ama bunu idrak edebilmemiz kolay olmayan tek şey belki de.

Başlık “kolay yoldan” olunca, altını doldurmak da kolay oluyor çünkü hepimiz kolaycı oluverdik ama bunu idrak edebilmemiz kolay olmayan tek şey belki de. Ben de önce başlığı yazdım; nasıl olsa bunun altına dünya kadar şey yazılır, en kolay yoldan hallediveririm Temmuz sayısına yetişecek yazıyı diye düşündüm.

Şimdi eminim bu yazıyı okuyan bir çok kişi; bu başlığın altını “kendisinde olmayan kolaycılıkları” kolayca alt alta sıralayıp, başkalarına, özellikle de gençlere suçu yükleyip, kendisini kolaylıkla bu işten sıyırmayı başarmıştır. Gençleri kolay ve hızlı bir dünyaya getiren bizler değilmişiz gibi.

Apelasyon e-dergi... hepimiz için çok büyük kolaylık, kolayca dergi yazarı oluveriyoruz mesela. Apelasyon e-dergi olmasaydı, ben bu fikirlerimi en fazla 3 kişiye yayabilirdim. E-dergi diye bir kolaylık bereket keşfedildi ve kısa sürede herkese kolayca ulaşabilen bir dergimiz var. Eskiden dergi çıkarmak bu kadar kolay mıydı? Yada dergi yazarı ve editörü olabilmek? Mesela; Varlık dergisinin yazarı olabilmek için, hayatın içinden birkaç kere geçmiş olmak gerekirdi. Apelasyon ve benzeri yayınlar sayesinde, birkaç sene öncesine oranla, çok kısa sürede kendimizi kolayca ifade etme fırsatı bulmuş olduk. Okuyucu da kolayca dilediği yazıyı okuma şansına kavuştu. Eleştirmenlik de çok kolaylaştı bu arada; yazının altındaki beş yıldızdan birine tıkladığınızda oluyor bitiyor yada paylaşım sayısı size iyi bir iş çıkardığınızı apaçık gösteriyor.

 

E-dergicilik gerçekten büyük kolaylık ama okuyucu kitlesinin de kolaycı olduğunu unutmamak gerekiyor. Okuyucu kitlemiz de büyük ihtimalle kolaycıdır ve yazılarımızın uzun olmaması gerekiyor bu sebeple. Çünkü okuyucu kitlemize “140 karekter” empoze edilmiş durumda artık. Yok öyle bir paragraf yazı ile derdini anlatmak!

Okuyucu kitlemiz; sadece  tek bir tık ile bütün düşüncesini dünyaya yayabilme gücüne sahip olduğu gibi, tek bir tık ile dünyadaki herhangi bir bilgiye ulaşma, onu kısa sürede idrak edip, anlayabilme ve hatta kolayca “o konunun uzmanı olabilme” gücüne de sahip. Ülkemizdeki sağlık, beslenme, reiki, kişisel gelişim ve hatta kuantum uzmanlarının önemli kısmı; ne kadar zorlu bir eğitim sürecinden geçerek o konuma ulaşıyorlar zannediyorsunuz ki?

Kolaycılığımızın suçlusu kim peki? Bir çok suçlu bulunabilir tabii ama bence “teknoloji”… Teknoloji benim suçlayıp, geçiverdiğim kadar kötü mü? Kesinlikle, tartışmasız bir şekilde kötü, kötünün de ötesinde, berbat.

Dergi çıkarmak artık çok kolay teknoloji sayesinde ama “dergi” artık öldü!... Çıkacağı günü heyecanla beklediğimiz, dağıtım sorunları sebebiyle bir türlü bayiilere ulaşamayan, iki gün geciktiğinde sinir küpüne döndüğümüz, nihayet bayiinin raflarında mevcut 2 adetten birini satın alabildiğimizde bayram sevinci yaşadığımız ve evde kahvemizi yudumlarken, sayfalarını karıştıra karıştıra tamamını okuduğumuz ve bir kenarda özenle biriktirdiğimiz dergiler artık öldüler.

Teknolojinin öldürdüğü daha neler var kısaca sayalım: fotoğraf sanatı, alışveriş, müzik dinleme keyfi, sinemalar, sohbetler, mektuplar, kartpostallar, pullar, nikah davetiyeleri, nezaket, özen, sabır ve daha neler neler… bir kısmı çoktan öldüler, bir kısmı da can derdindeler!

 

Yukarıda; farkındasınızdır, “tartışmasız” ifadesiyle, teknoloji konusunda “çok kötü” dedim… Biliyorum; çok saygısızca bir davranış biçimi tartışmanın önünü kesmek ama teknolojinin önünü kestiği konuların yanında hiç kalır. O duruma sesini çıkarmayan, benim despotluğuma da sesini çıkaramaz diye düşünüyorum.

Teknoloji neden berbat ötesi? Berbat ötesi çünkü sıradan insana hitabeden teknoloji, sadece ve sadece “hayatı kolaylaştırma” üzerine kurulu ve başkaca hiçbir amacı da yok!... Pardon; asıl amacı, bir parmak teknoloji verip, 10 parmak insanlığı geri almak. Gerçek bilimi ve gerçek teknolojiyi bizler görmüyoruz, yararlanamıyoruz ve gerçek bilim sadece “teorik” düzeyde yoluna devam etmekte. Daha da kötüsü; gerçek bilim ve teknoloji neredeyse sadece silah ve savunma sanayiinde kullanılmakta. Bize sunulan teknoloji ise; her an yanı başımızda hazır bekletilen, hayatımızı kolaylaştırmaktan öte her hangi bir amacı olmayan, yararsız ve çok eski!... özür dilerim, belki de daha yeni satın aldığınız ve teknoloji harikası zannettiğiniz o muhteşem cihazınıza eski dedim geçtim ama çoğunun kökeni 2. Dünya savaşına kadar dayanıyor, ne diyebilirim!. Sadece “kolaylık” ve “hız” konusunda gıdım gıdım dünya halkına sunulan uyduruk teknoloji, gözleri boyama konusunda oldukça usta tabii ki.

 

1997 yılında Kasparov’u yenen Deep Blue teknolojisi bizlere ulaştı mı?

Teknoloji; 8 bin yıl önce de insan yaşamını kolaylaştırma üzerine kurulu idi, bugün de. Buhar makinası mı hayatı daha çok kolaylaştırdı? yoksa şimdi birden bire eskiyivermiş olan 3g teknolojisi mi? Mendel’in bezelyeleri mi daha büyük ilerlemedir? yoksa bugünün gen teknolojisi mi? Ses dalgalarını kullanan radar mı? yoksa ultrason cihazı mı?... Mendel, bezelyelerinden ne kadar para kazanmıştır bilmiyorum ama genetiği değiştirilen organizmaların sahiplerine ve yandaşlarına kazandırdığı parayı tahmin etmek zor değil. Demek ki; teknoloji konusundaki ilk durağımız para!

Radar!... gelişen radar teknolojisi kaçımızın umrunda? Hiç birimizin umrunda değil çünkü biz kullanmıyoruz ve hayatımızı çok kolaylaştırıyor olmasına rağmen, radar teknolojisi bizim gündemimizde yok doğal olarak. Tıpkı Buğdayın bize verebileceği zararlardan habersiz oluşumuz gibi! Çünkü biz buğdayı değil, ekmeği görüyoruz sadece!...

 

Yukarıda bahsetmeye çalıştığım gerçek bilim, işte bugün bizi hiç ilgilendirmeyen radar teknolojisidir. Ses dalgalarının bizi ilgilendiren kısmı ise; müziği ve artık can çekişen muhabbetlerimizi saymazsak, mesela ultrason cihazıdır.

Pazara çıkmışken, hastaneye de uğrayıp, ultrason çektiren, teknoloji aşığı bir millet olduk çıktık. Bebeğimizin cinsiyetini kolayca söyleyiveren ultrason cihazı, eski bir tatlı heyecanı alıp götürmenin ötesinde; doktorlarımızın da işini kolaylaştırıverdi. Hastalar neden bayılırlar bu cihaza bilmiyorum ama artık çok eski kalan bu cihazın farklı teknolojilere sahip devasa boyutluluları, bugün bir çok ülkede ya yasaklanmaya başlandılar yada çok zorunlu haller dışında kullanılmamaya başlandılar. O insanı içine tamamen yutan ve içinde neler olup bittiğini kolayca gösteriveren cihazlar resmen teşhis etmekte oldukları hastalıklara sebep olan cihazlar oldular!

 

Bana soruyorlar; 'Sen ne marka makineyle fotoğraf çekersin?' diye... Fotoğraf makineyle mi çekilir?... Şimdi en iyi, en gelişmiş daktilo bende olsa en büyük yazar ben mi olurum?... Roman daktiloyla mı yazılır?... Arkadaş; (gözleriyle kalbini göstererek), fotoğraf burayla, burayla çekilir. Ben Singer dikiş makinesiyle bile fotoğraf çekerim! Şunlara bak. Alıyorlar Leica'yı, Canon'u, Nikon'u ellerine, yola düşüyorlar. Bir köylü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam… Koyun sürüsü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam… Çadır mı gördüler. Dur! İki şipşak, tamam…ARA GÜLER

Günümüzde; teknoloji sayesinde bir çok kişi fotoğrafçı oluverdi ama en yetkili ağızdan da ifade edildiği üzere, yeryüzünde fotoğraf sanatçısı bulmak da yine teknoloji sayesinde oldukça zorlaştı! Aynı şey “müzik” başta olmak üzere, bir çok sanat dalı için de geçerli değil mi? 

E-dergiler; o mis gibi kağıt ve mürekkep kokan dergileri öldürürken, teşhis cihazları da doktorluğu öldürdüler diğer yandan. Çocuğun ağzına bakıp, sırtına tık tık vurup, gözünden akciğer enfeksiyonunu anlayan doktor amcalarımız öldüler. Tıpkı AVM lerin öldürdüğü bakkal amcalarımız gibi, doktor amcalar da öldüler artık. Artık iç hastalıkları uzmanlarımız; onlarca tahlil, birkaç görüntüleme cihazı sonucu görmeden solunum yolu enfeksiyonunu anlayamaz haldeler. Onlar anlayamadıkça, dünya devleri para döndürür oldular.

 

 

Ameliyatları da robotlar yapar oldu, yakında hekimlik tarihe karışırsa şaşmamak lazım. Tıpkı ziraat mühendisliği gibi. Ziraat Mühendisliği çoktan tarihe karışmış durumda ama inatla inkar ediyoruz. Bugün nasıl modern tıp bilimi, sadece hastalıkları teşhis ve ilaçla tedavi üzerine kurulu ise; ziraat mühendisliği de sadece teşhis ve ilaçla, gübreyle tedavi üzerine kurulu. Hastanın gözünden pankreasını gören hekimler nasıl öldülerse; bir bağa girer girmez, bağın seceresini çıkaran ziraat mühendisleri de öldüler. Tıpta nasıl reçete ile antibiyotik yada kolesterol hapı verilerek hastalar bir süre daha yaşatılıyorsa, tarımda da reçete ile ilaç ve gübre verilerek, bitkiler ve toprak bir süre daha yaşatılabiliyor.

Tahlil ve dijital görüntülere bakıp, ilaç yazmak ne kadar hekimlikse; aynı şekilde ilaç ve gübre yazarak yapılan ziraat mühendisliği de o kadar mühendisliktir. Her iki uygulamalı bilim dalında da modern bakış açısı, hastayı bir süre tedavi etmektir; amaç asla hasta etmemek yada tamamen ve sürekli iyi tutmak değildir.

Ayaklarımızın altına serilen o muhteşem teknolojiye, modern yaklaşımlara, yüksek bilgiye ve mühendislik çalışmalarına rağmen; bugün içinde bulunduğumuz durum bizi nereye götürdü? Hiç bir yere götürmedi! Bağlarımız daha bir ay önce dondan berbat olmadı mı? Yere göğe sığdıramadığımız teknoloji bizi dondan kurtarabildi mi? 200 sene öncesinden ne farkımız var? Bitki hastalıklarından doğan kayıplar artarak devam etmiyor mu? Toprak ve hava düzeltilemez derecede bozulmadı mı? Yediklerimizden artık emin miyiz? Yada yılda bilmem kaç kere geçmemiz önerilen sağlık taramaları bizim hasta olmamızı mı engelledi? Daha mı sağlıklıyız? yoksa her sağlık kontrolünden sonra riskimiz kat kat arttı mı? Bunca teknolojik gelişmeye rağmen, insanlığın en büyük utançlarından biri olan açlık sorunu ne durumda? Teknoloji geliştikçe kara bir utanç olan açlık kat kat artmadı mı? Peki obezite sorunu?

 

Savaşmayan, açlık çekmeyen, binlerce yıldır huzur, barış ve güven içinde yaşayan, yediğinden ve içtiğinden emin Bushman kabilesini; koltuğumuza yaslanıp, cipsimizi atıştırırken belgeselde izleyip de onları “ilkel” olarak tanımlama gafletimizi de teknolojiye borçluyuz! 

Özetle; hayat akışımızı ışık hızına döndüren bu teknoloji bizi mutlu mu ediyor? Yoksa akşam yemeğimizde yediğimiz köfte gibi mutluluğumuz da mı “muş gibi?”… köftemsi bir şey yiyip, mutlumsu mu oluyoruz?

Her yere fazlasıyla burnunu sokan teknoloji beni –kişisel olarak- pek de rahatsız etmiyor, hatta bir yandan da yoğun biçimde kullanıyorum ama o teknolojinin mideme giriyor olması çok fazla rahatsız ediyor beni. Teknolojik şeyler kullanıyoruz ama teknolojik şeyler yiyor olmak beni gerçekten rahatsız ediyor.

Beslenme gibi bir yandan yaşamsal, diğer yandan sosyalleşme ve zevk unsuru olan bir eylem; hatta bir yandan sanat, diğer yandan bilim olarak tanımlayabileceğimiz önemli bir kavram; nasıl olur da bu derece korkunç boyutlara ulaşabilir? Nasıl olur da; “elma yemek” gibi çok olağan ve basit bir konu, kafalarımızda korkunç boyutlarda soru işaretleri uyandırabilir? Nasıl olur da; insanlık, midesine kabul ettiği maddelerin bu derece korkunçlaşmasına razı olabilir? Nasıl olurda; etiketlerde yazan maddeleri tek tek yedirmeye kalksalar kusarız, zehirleniriz ve hatta kısa sürede ölebiliriz ama bir araya getirilip, özenle sunulunca afiyetle yeriz? Birden bire değil de ağır ağır ölmeyi keyifle kabul edebiliyor olmamızı da teknolojiye borçlu değil miyiz?

 

İnsanlık bu duruma nasıl gelebilir?

Çok basit: hayat hızlı olmak zorundadır! (neden?) her şey hızlı olmalıdır!... her şeyi kolaylaştırırsınız, beslenme de kolaylaşır, bu kadar kolaylığın içinde, düşünmek iyice zorlaşır; olur biter!

Bu kolaycı zihniyet bir kere yerleşti mi, asla bir daha çıkmaz. Teknoloji; bir yandan beslenmeyi hızlandırır, diğer yandan bizlere envayi çeşit farklı tencereler ve fırınlar sunar, yemeğinize katacağınız sos ve karışımlar dayatır, hazır yiyecekleriniz 5 ay bozulmadan dayanabilir, pideniz ve pizzanızın hazır yapılmışı zaten vardır, balığınız metal kutulardadır, bir avuç toza suyu döküverince çorba oluverir, ufak bir paketi de suya daldırınca çay oluverir. Arzunuza göre aroması da ihmal edilmemiştir.

Rahmetli anneannem; yeşil çekirdek kahveyi alırdı, kavururdu, taş dibekte saatlerce döverdi, mangalı yakardı –ki o mangalları bugün hiç kimse yakamaz!-, mangalın en doğru yerine kalaylı bakır cezve içinde dibek kahvesini koyardı, onun karıştırma usulü de vardır, süresi de bellidir… bol köpüklü türk kahvesi afiyetle içilirdi. Şimdi bol köpüklü dibek kahvesi izlenimi verilmiş şeyi elektrikli cezveye koyup, içebiliyoruz!

 

Kayseri mantısını 15 dakikada hazırlayabilen, fotoğrafını çekip, 2 dakikada 580 kişiye ulaştırabilen, birkaç dakikada mantısını 65 kişiye beğendirebilen, mantı üstüne içtiği kahvemsi şeyin fincanının fotoğrafını çekip, internetten fal da baktırabilen insanımsı yaratıklara dönüşmüş durumdayız ve ileri teknolojinin kaydettiği muhteşem ötesi gelişmeleri de yakınen takip etmeyi asla ihmal etmiyoruz. İhmal etmiyoruz çünkü takip etmek çok kolay, üretmek ise çok zordur