PASTEL RENKLER ÜLKESİ!

Konu : Turizm

Şarabın Ülkesi oldu az sonra Portekiz, Vinho Verde şarabının daha ilk yudumunda...

Pastel boyaları çok severim. Pastelle boyanmış evlereyse bayılırım; kiremide, sarı aşı boyalı evlere adeta can verirler. Yumuşak-soluk-doğal tonlarıyla bize yaşamı-yaşanmışlığı taşırlar...

THY'nin İstanbul'dan direkt uçuşu ile vardığımız Portekiz'in ikinci büyük kenti Porto'yu ilk gördüğümde, işte burası 'Pastel Renkler Ülkesi!' dedim. 

Porto'da yaşadığım ilk günü, kenti ikiye bölen Douro nehri üzerindeki Ponte Luis I köprüsünün ardındaki seyir tepesinde batırırken, Porto büründüğü kızıl tonlarla bir 'Aşk  Kenti' oluverdi. Oysa aynı günü batıran üç yalnız kadın vardı fonda... 

Şarabın Ülkesi oldu az sonra Portekiz, Vinho Verde şarabının daha ilk yudumunda...

Vinho Verde Portekiz'de üzüm koruk halindeyken, yani daha yeşilken sıkılarak yapılan hafif gazlı bir şarap. Bence tam bir yaz içkisi, günü uğurlarken ve deniz ürünleriyle iyi gidiyor.

Vinho Verde (yeşil şarap) ismine bakarak bu şarabın yalnızca beyaz olacağını düşünmüştüm. Öğle değil, kırmızısı ve rozesi var. Bu isim şarabın genç şarap olması ile ilgili, bir yıl içinde tüketilmesi öneriliyor.

Porto, kendi ismini taşıyan Porto şarabı ile ünlü. Douro ve Vinho Verde bölgenin iki önemli şarap üretim merkezi. Porto şarabı geç hasat edilen olgun üzümlerden elde ediliyor. Damakta uzun  süre bıraktığı tadı ve yüksek alkol oranıyla diğer şaraplardan ayrılıyor. 18. yüzyılda bu bölgenin sek şarapları yurt dışına gönderilirken, bozulmalarını önlemek için içine brendi eklenmiş ve bu yöntem Porto şarabını yaratmış. Fermantasyon tamamlanmadan eklenen bu alkolle, daha tatlı ve alkol oranı yüksek bir şarap elde edilmiş. 

Bir şarap uzmanı değilim, bu yüzden size derin bilgiler veremeyeceğim. Ancak söyleyebileceğim, burası şarap meraklıları için bir derya. Ben kendimi sunum yapanlara teslim edip; yemek öncesi, yemekte,  yemek sonrası en güzel tadımlara ulaştım.

Porto şarapları üretildikten sonra dinlendirilmek üzere Porto şehrinin karşısındaki Gaia bölgesindeki mahzenlere getiriliyor. Bu bölge az güneşli,  nem değerlerinin depolama için uygun olduğu söyleniyor. Gaia'da tadım ve satış yapan bir müze ciddiyetindeki mahzenlerin kiremit çatılarında dev harflerle yazılmış tek sözcüklü markaları var. Bu isimler dışında reklama yönelik başka hiçbir yazının olmaması beni etkiliyor. Çatılardaki seviye farkından inişli-çıkışlı görünen bu dev harfler adeta pankart kaldırmışlar, ama bağırmıyorlar. Nehrin diğer yakasından okunabilecek büyüklükteki bu isimler gece ışıklandırılıyor, gene de reklam panoları gibi itici değiller. Üretim yapmanın gururu içindeler. Bunlardan Sandeman, Calem, Ferreıra, Dow's, Taylor's, Offley aklımda kalanlar.

Portekiz, Porto şaraplarını tüm dünyaya pazarlarken, şişe mantarı üretiminde de dünya lideri. Ayrıca mantardan yapılmış hediyelikler cüzdandan saat kayışına kadar her yerde. Ayakkabı üretiminin de  ülke ekonomisinde önemli olduğu söyleniyor, ama ben ne model ne de fiyat olarak bunu vitrinlerde göremedim.

Porto'da iki ayrı otelde konakladık. Bunlardan biri  Riberia bölgesindeki  Ribeira do Porto Hotel'di.  Douro nehri kıyısındaki bu tarihi bölgenin bitişik pastel renkli evlerinin çoğu otel olmuş, alt katları da cafe-restoran. Ancak yine de, kaldığınız otelin penceresinden sabah baktığınızda, karşınızdaki  pastel renkli evin penceresini, aynı renk tişörtü ile dolduran tipik bir Portekizli size günaydın diyor.  

Portekiz bir Akdeniz ülkesi olmasa da, Akdeniz sıcaklığında...

Ribeira bölgesinde akşamları, nehir kıyısındaki  restoranların önünde el sanatları tezgahları açılıyor. Mini konserler akşam yemeği öncesi coşturuyor. Kalkıp dans ediyorsunuz meydanda fütursuzca.  Mim sanatçısı ayakkabı tamircisini canlandıran genç, yalnız önündeki teneke kutuya para koyduğunuzda hareket ediyor, çekicini bir kez örse vurarak teşekkür etmekte. Makyajı kusursuz, konsantrasyonu karşısında saygıyla eğiliyoruz.

Restoranlardan birine oturduk, yeşil şaraplarımız masamızda. Garsonumuz genç Flavio, yemeklerimizin müjdecisi peçetelerimizi masaya koymayıp, sonsuz bir öz güven ve şık bir hareketle elimize uzatıyor. Kıyaslama yapmak istemesem de, bir eli göbeğinde bir eli belinde aşırı saygılı,  ya da masadaki her lafa maydanoz meslektaşlarını düşünmeden edemiyorum.

Porto'da kaldığımız diğer otel, bir yıl öncesinden göz koyduğum, Santa Catarina caddesindeki Grande Hotel do Porto.  Şimdi kentin nehre uzak bölümünün keşfindeyiz. Oteldeki  kahvaltı  salonumuz bir zamanların Portekiz gecelerinde yer etmiş, yaşanmışlık hissediliyor... Heyecanlıyım, çünkü az sonra Porto'nun en önemli pazarına gideceğiz. Bir kenti yalnızca tarihi ve turistik yerleri ile değil; halkın gittiği kahveleri, lokantaları en önemlisi çarşı-pazarları ile tanımak güzeldir. 

 Otelimiz Bolhao pazarına çok yakın. Pazara dönüş kavşağında dış cephesi mavi azulejoslarla (fayans) kaplı Almas Şapel'i bizi karşılıyor. Portolular, kentin içinden geçen Douro nehrinin ve Atlas okyanusunun neden olduğu  rutubete karşı binalarını koruyabilmek için,  dış cephelerini bir tür renkli fayans olan azulejoslarla kaplamışlar. Sao Bento tren istasyonun da iç duvarları mavi azulejoslarla kaplı. Yüksek duvarlarında Porto-Portekiz tarihi, kültürü kare kare anlatılmış. Treninizi beklerken hiç sıkılmıyorsunuz, çünkü sanki bir sanat galerisindesiniz!

Bolhao pazarına gitmek için yola çıktık ancak saat biraz erken. Pazara girmeden yukarıya doğru yürüyoruz. Trindade bölgesindeyiz.  Burası eski bir yerleşim. Küçük bakkallar, deniz ürünleri satan küçük dükkanlar, evlerin kapısında asma kilitler... Bir U çiziyoruz ve  U nun ucu bizi Aliados meydanına getiriyor. Dom Pedro'nun atlı heykeline selam verip, gazeteci çocuk heykeline hafifçe dokunup pazara giriyoruz. Pazarlarda alışık olduğumuz teyzeler tezgahlarını açmakta, küçük alışverişler başlamış. İki  sanat öğrencisi genç kız yere oturmuş pazarın resmini çiziyor. Üç girişli, iki katlı, simetrik yapılı bir bina burası. Bina yapılmadan önce de buranın tarihi pazar  yeri olması hoşuma gidiyor.  Çarşının girişlerindeki  merdivenler fotoğraf çalışmak için sonsuz güzellikler sunmakta. Başlıyorum çekmeğe, fonda bir Abba şarkısı çalıyor. Çiçekçiler, balıkçılar, porto şarabı satan dükkanlar, hediyelik mutfak tekstili satanlar arasında geziniyoruz. Pazar içinde tipik bir-iki restoran da var. Balık pişirenine oturup erken bir öğle yemeği yiyoruz. Yemek sonrası fotoğraf çekimlerimiz devam ediyor, pazardan bir türlü çıkamıyoruz. Porto şehrinin amblemi horoz ama bunun nedenini öğrenemiyorum. Doğduğum Denizli ile kardeş şehir olmalılar diye düşünüyorum. Bir arkadaşımın Denizli'ye ilk defa giden dört yaşındaki oğlunun Denizli'de bir-iki meydanda horoz heykeli görünce, dönüp annesine "Anne, buranın Atatürk'ü horoz mu!" deyişi geliyor aklıma.

Tuhaf gelse de bütün günü pazarda çekim yaparak, her şeyi ellemeden koklayarak akşamı ettik ve gene karnımız acıktı. Bu defa üst katta, et kokuları gelen minik ve yalın bir pazar lokantadayız. Porto şehri ahalisi orta çağda yaşanan bir kıtlıkta, hayvanların iç organlarını bile yemek zorunda kalmış. Bu gelenek devam ediyor, mutfaklarında kokoreç ve işkembe önemli. Lezzetli kokoreç-tandır gibi bir şey yiyoruz, önden alçakgönüllü bardaklarda gelen beyaz  şaraplarımız bitmeden...

 Otelimizin küçük ama güzel barında ginjinha'larımızı  (vişne likörü) içip, küçük odamıza sığınıyoruz hiç konuşmadan, çünkü yaşadıklarımızı önce kendimiz özümsemeliyiz...

Ertesi gün ünlü Livraria Lello kitapçısına giderken bizi alt sokakta bir sürpriz karşılıyor: bit pazarı! Bu, bit pazarı değil de, sanki bir antika pazarı. Cam eşyalar, tablolar, eski mobilyalar... Bunun yanı sıra pazar girişinde beş euroya gözlükler, el işi ucuz takılar da bulmak mümkün.

Lello kitapçısının binası görmeye değer. İç merdivenlerinin mimarisi sıra dışı. Fotoğraf çekmenin yasak olduğunu okuduğum için fotoğraf makinelerimiz çantamızda içeri giriyoruz. Her duyduğuna inanma demişler. Herkes poz poz hatıra fotoğrafı çekiyor! 

Akşam üstü otelimizle aynı cadde üzerindeki ünlü Majestik Cafe'ye uğruyoruz. Çok kalabalık ve turistik. Ancak Porto'nun bu en eski kafesi görmeğe değer. Ben en çok sandalyelerini sevdim.

Porto'da akşam yemeği için iki adres önereceğim: Rua Passos Manuel üzerindeki "Tripeiro" Portolular tarafından tercih edilen bir yer. Arjantin bifteği ve Portekiz'in milli balığı bachalau yani cod fish, Türkçesi morina balığı benden tam not aldı. Diğeri aynı cadde üzerindeki Restaurante Escondidinho özgün Portekiz mutfağı arayanlar için ideal. Bu arada Riberia bölgesindeki Resturante A Canastra'da yediğim prego dedikleri ekmek arası bifteği anmadan geçemeyeceğim.

Bir kenti en iyi yürüyerek ve kaybolarak keşfedersiniz derler. Biz de öğle yaptık, Porto'nun azulejoslarla kaplı evlerini, kapı ve pencerelerini  fotoğraflarken dalıp gittik arka sokaklara ve kendimizi bir genelev sokağında bulduk!  Kapılarda duran kadınlara hiç bakmadan, onlara laf atma hakkı vermeden hemencecik ana caddeye çıkıverdik! 

Porto'daki son günümüzde, Douro nehrinin Atlas okyanusla buluştuğu Foz bölgesine gitmek için 1 numaralı tramvaya biniyoruz.  Tramvay tam hareket etmek üzereyken, bir adam bedava yolculuk etmek için yan basamağa atlayıverdi.  Dikiz aynasında göz göze geldik ve fotoğrafını çekmem konusunda bakışarak anlaştık. Adam ara bir durakta daha tramvay durmadan atladı, gülümseyerek vedalaştık. Foz, 1 numaralı tramvayın son durağı, burası sahil boyu plaj. Deniz feneri, kayalıkları ve kıyı boyu parkını yaşamak için zaman ayırmak gerek. 

Ertesi sabah Porto'dan Lizbon'a gitmek için yola çıktık, trendeyiz. Fotoğraf makinemizde yüzlerce Porto fotoğrafı; bavulumuzda hediyelik aldığımız ahşap minik dikiş kutusu, iki fincan ve horozlu şişe mantarı da bizimle birlikte...