Çok Yakın Ama Bir O Kadar Da Uzak

Aslında başlık, içeriği gayet net açıklıyor. Kim bilir kaç kez görmüşümdür bu başlığı ve kim bilir kaç kez okumuşumdur buna benzer yazılar.

Aslında başlık, içeriği gayet net açıklıyor. Kim bilir kaç kez görmüşümdür bu başlığı ve kim bilir kaç kez okumuşumdur buna benzer yazılar. Bir tane de ben yazmış olacağım ama dinleyin lütfen. 

Her zaman bir parçası toprağa bağlı bir adam oldum; belki genetik, belki içine doğduğum aile sebebiyle. Topraktan gelen, yetişip, büyüyen varlıklar da hep oldu hayatımda ne büyük şanstır ki. Yalnız bu beni ben yapan kişi de hiç olmadı. Bir yanım da her zaman (belki de ne yazık ki) betona; yani şehre ve ‘modern yaşam’a bağlı oldu. Zaten İzmir’de doğup, şimdiye kadarki tüm ömrümü geçirdiğimden, bağlı olmamam olanaksızken, bu hayatın getirdiklerini de sevdim bir yandan. AVM’ler adeta benim ikinci adresim oldu örneğin; spor salonlarına servet yatırmak, 3-5 senede bir cep telefonumu değiştirmek, vesaire vesaire... Sonuçta bu hayatı çok da seçmiş sayılmazdık, öyle değil mi? Fakat benimsemekten de hiç geri kalmadık; en azından ben öyle yaptım. 

Amacım size kendimi anlatmak değil aslında ama bugün sizinle paylaşmalıydım duygularımı.  

Narbel denen yerde yaşıyorum oldukça ufak ama çok sevdiğim dairemde. İzmirli’ler bilir burayı, bilmeyenlere şöyle anlatabilirim. Yaklaşık 15-20 sene önce Narlıdere sırtlarında orman yangınları olur ve dönemin yöneticileri çıkıp şöyle der: “Yanan ormanların yerine katiyen inşaat yapılmayacak, ormanları yeniden canlandıracağız”. Devamını anlatmaya gerek yok sanırım. İlk bloklar yükselir önce. Sonrasını net hatırlamıyorum; yangınla yok olan ormanların yerine mi yoksa ormanların bittiği alanlara mı bilinmez; adeta bir toplu konut şehri inşa edilir ve edilmeye de devam eder. Gerçekten de eminim bir çok şehrimizden daha büyük nüfusa sahip bir semt olduğundan Narbel’in, İzmir ve körfezine tepeden bakan. Yalnız şöyle de bir güzelliği vardır içinde yaşayan için. Binalar birbirinden mesafeli inşa edilmiştir ve araları da, çevreleri yeşilin içindedir. Ama sonuçta koca koca beton bloklardır bunlar, her biri içine onlarca aileyi alan. Bir de şehirle ormanın sınırındadır bu binalar. 2 adım atarsınız ve kendinizi ormanın eşiğinde bulursunuz.  

İşte burası yaklaşık 1,5 senedir benim evim. Kafamı sağa çevirdiğimde İzmir Körfezi’ni ve ucundan da olsa şehri, sola çevirdiğimdeyse yemyeşil dağları görüyorum. Çok güzel geliyor olabilir kulağa ama asıl problem de bu noktada başlıyor benim için. Problemden ziyade bir içsel çatışma, devamlı gün yüzüne çıkıp üzeri örtülen bir garip tasa. Başlık da tam da bunu anlatıyor işte. Sınırında olup da ona ulaşmamak yani ‘çok yakın ama bir o kadar da uzak’ olmak o ormanlara ve doğaya. 1,5 senedir gözümü o ormanlara dikip, her seferinde sırtımı onlara dönmek ve betonu seçmek... İlk kez bugün ruh halim öyle bir noktaya ulaştı ki durdurmadım kendimi ve attım ilk adımımı. Yüzüklerin Efendisi romanlarını bilenler bilir o önemli cümleyi, Bilbo’nun söylediği. Şöyle der: “Kapıdan çıkmak tehlikeli iştir Frodo. Yola adımını atarsın ve eğer ayağını sağlam tutmazsan nereye sürükleneceğin belli olmaz”. Bunu yazınca kendime gülümsüyorum bir yandan. Sanki tüm yaşamımı geride bırakıyormuşum gibi... Halbuki sadece bir kaç saatliğine evimden çıkıp her zaman yaptığımın tersine, bir AVM’ye gitmek yerine ters yöne, ormana doğru yürüyorum. Hem de evimden 15 dakika yürüme mesafesinde başlayan ormana. Peki neden bu kadar zordu bu seçim benim için? Ne kadar çok düşündüm bir bilseniz yıllarca ve farkettiğim şu oldu bugün. ‘Korku’, evet korkuyordum o yöne gitmeye. Hiç dile getirmedim belki; belki de embelllik dedim kendime, uyuşukluk dedim. Zaten neyin korkusuydu peki bu? Bir daha geri gelmeyeceğimin mi? Her nen kadar arzu etsem de hiç sanmam. Peki gittiğim yönde başıma birşey gelecek olması mı? Ne yalan söyleyeyim, bir kaç kez ‘Beni burda bıçaklasalar, kimsenin ruhu duymaz’ dedim ama yine de bu yöne gelmememde etken olması düşük bir ihtimal. Bir de şu olabilir belki. Geri dönüp hayatlarımızın gerçeği yüzüme vurduğunda, hayatımdan yine hoşnutsuz olacağım, yine işimden, gücümden nefret edeceğim ihtimali olmasıçç. Son seçeneğin, en geçerli seçenek olma ihtimali diğer ikisinden de yüksek sanki, ne dersiniz? Bu olabilir mi acaba asıl gitmek istediğimiz yönden bizi alıkoyan dürtü?  

Bu ufak korku kırıntıları beni ilk kez sırtımı döndüğüm ama aslında gönlümün hep yönelmek istediği yöne gitmekten alıkoyamadı. Hem alt tarafı bir kaç saatliğine gidiyordum.  

Başıma birşey geleceği korkusu aklıma geldikçe bir yandan da şunu düşünmeden edemedim. İnsandan, insanın yarattığından uzaklaşmaya çalışırken bile bizi insanın ve onun yarattığı korkunun engellemeye çalışması ne kadar ironik ve acı. İnsandan uzaklaşırken kaybolmak, bir yerlere düşüp kalmak ya da hatta bir vahşi hayvanın saldırısının değil de bir insanın saldırısına uğramaktan korkmak. Ne kadar garip ama bir o kadar da gerçek! Belki de yine modern yaşamın kendisine yönelmemiz için yarattığı bir gerçek. Ne kadar haklıyımdır bu düşüncemde bilmiyorum ama buydu beni yürümeye devam ettiğim patikadan da ayrılıp iyice ormanın derinliğine girmekten alıkoyan. “Yanımda biri varken gireriz buraya”... Evet böyle dedim. Yine de en azından asfalttan ayrılabilecek cesaret damarlarımda vardı (gülüyorum bunu yazarken tabii ki de, yoksa ciddi olduğumu sanmayın cesaret meselesinde). Sonuçta daha ilk adımlarımda kırık ve dikenli bir dalı elime baston ve silah olarak almıştım. Hala evimden sadece 20 dakikalık yürüyüş mesafesindeyim, detayı atlamayalım. 

Hava bulutlu, yağmur yağıyor. Betonları ve insan kalabalıklarını geride bırakmanın huzuru sanki yağmurun sesi ve damlaların serinliğiyle artıyor. Çevremi keşfediyorum yeniden. Evet evet, yıllarca sirkte hapis hayatı yaşamış bir hayvanın yeniden doğaya salınması gibi birşey. Fark o hayvanın bu hapsedilmekte tek bir damla bile bir arzusu ve rızası olmaması. 

Şirince’de hayatımızda ilk ve tek kez para verip satın aldığımız meyveyi görüyorum yerde ve şaşırıyorum, dağ çileği. Basit bir dağ çileği işte ama içimde garip bir sevinç. Şaşırdığıma da şaşırıyorum ama evimden maksimum yarım saat ötede gelip onları ara ara toplamamı bekleyen ‘besin maddeleri’nin olmaması cidden garibime gidiyor. Ne ara bu kadar yabancılaştım acaba hem kendime hem de hayatın kendisine? Bilirsiniz, neredeyse yüzde 90’ımızın hayalidir belki de şehirden uzakta bir ev alıp, kendimize yetecek kadarını yetiştirip, yaşamak. Haksız mıyım? Her adımı o hayalle atıyor, uzaktan da olsa gelen medeniyet sesiyle gerçeğe dönüyorum. Bilmiyorum ki acaba gerçekten yeterince uzak var mıdır ve asıl olması gereken, o uzaklarda gizli midir? Bir denge olması lazım her halde hayatlarda en azından. Bizim, kendimizi yaşadığımız düzenin tamamen dışına atacak kendi ‘düzen’imizi oluşturabilmemiz çok düşük bir olasılık ama uğraş vermeye de değer bir hedef. Elde bir sopa, ağaçların kalbinde bir sığınak, zaten doğadan gelen insanı hayatta tutabileceği ona veren bir dünya... Asıl gerçeklik bu olmasın sakın?  

Dönmem lazım... Sadece bir saattir ayağım toprağa, tenim yağmur ve rüzgara değiyor ama kendimi daha temiz hissediyorum. Evet, yine betona, sorumluluk ve sıkıntılara dönüyorum ama hayat sanki içimde biraz daha canlı. Uzun sürmez biliyorum ama o adımı atmış olmak mutlu ediyor beni. Lise yıllarımda hep hayal ederdim kapıdan çıkıp geri gelememeyi ama olmayacak bu biliyorum. Adımlarım beni evimin bir kaç yan apartmanına getirdiğinde bayıldığım o kokuyu duyuyorum; burada bir yerde kekik var! İnanamıyorum! Nasıl olur da bu kadar kör olabilirim!?! Hep ileri bak, başını eğme, vs. gibi öğütlerle yetiştirildiğimiz için mi ayağımızın dibindekileri bu kadar görmezden gelebiliyoruz biz? Yanında da biberiye ekili, hem de bir iki dal değil bir sürü. Ormanın içinde değil, 3 yan apartmanın önünde! 

Ne kadar hayat dolu ve bir o kadar da trajik. 

Evimden yarım saat öteye yaptığım bir yürüyüşten cebimde 2-3 tane meşe palamutu, 1-2 dal taze kekik ve biberiye, mideme indirdiğim bir adet dağ çileği, kafamın içinde yüzlerce dillendiremediğim soru ve dillendirebildiğim kadarıyla sizinle paylaşma arzusuyla dönüyorum. Canlı olarak insan için asıl anlamlı olanı takipten uzun zaman uzaklaşmaya başlamış olduğumuz gerçek de bu durumun farkında olup, bunda inat eterek iyi bir sonuç beklemek ne acı. Neyse... Çok laf ettim galiba. İçimde kalmış uzun zamandır. Toprağa değmek, oksijen yakmak, elimi uzattığımda tutabildiğim güzelliklere kısa süreli de olsa kavuşmaktan olsa gerek.