Ateş ve Ocak

Yazar : Ahmet UHRİ

İnsanoğlunun var olduğu günden bu yana belki de ilk problemi karnını doyurmak, aç kalmamak, korunmak ve barınmak olmuştur.

İnsanoğlunun var olduğu günden bu yana belki de ilk problemi karnını doyurmak, aç kalmamak, korunmak ve barınmak olmuştur. Ancak bu gereksinimler giderildikten sonra diğer insani diyebileceğimiz istekler ve davranışlar ortaya çıkmıştır. Doğanın yarattıklarına karşılık, insanoğlunun yarattığı her şey olarak tanımlanabilecek kültür ve bunun öğeleri ise başlangıçta açlık ve korunma dürtüsünün bir ürünü olarak gelişmiş ve daha sonra başka mecralara doğru yoluna devam etmiştir. 

İşte bu gelişme içinde ateşin çok önemli bir işlevi vardır. Isınma, ısıtma, aydınlatma, yakma, pişirme, avlama, ayrıştırma, birleştirme, haberleşme gibi pek çok temel işlevlerinin yanı sıra, insanların barınma, korunma, alet yapma, ölü gömme, gruplaşma ve sosyo-ekonomik yapılaşma gibi niteliklerin kazanılmasına ve yaygınlaşmasına yön veren ateşin; ilk kontrol altına alındığı tarih olarak günümüzden yaklaşık 400.000 yıl öncesi önerilmektedir. Günümüzden yaklaşık 400.000 yıl önce Çin’de, Chou-K’ou-Tien’de ele geçen 40 kadar Pekin Adamı (Homo erectus) iskeleti yanında bulunan izler, Pekin Adamı’nın ilk kez ateşi kullandığını ortaya koymuştur. Ateşin bu şekilde kontrol altına alınıp kullanılmaya başlanmasının sağladığı yararların en başında ise aşağıda açıklanacağı gibi besin maddelerinin pişirilmesi gelmektedir.

İnsanoğlunun dişleri ve midesi, diğer hayvanlarınkine kıyasla daha az yeteneklidir. Dişlerimiz, filler ve diğer otobur sürü hayvanlarında olduğu gibi, bitkisel liflerin hücre duvarlarını ezemez; midemiz de etoburlarda olduğu gibi, büyük çiğ et parçalarını sindiremez. Oysa, sebzeleri pişirmekle, hücre duvarları eritilir, şeker ve proteinin serbest kalması sağlanır. Kızartılmış etin sindirimi de çiğ etten daha kolaydır. Bunun sonucu olarak da; pişirildiğinde kalori veya besin değerleri arttığından yiyecekler insanlara daha elverişli hale getirilmiş ve insanlar için aç kalarak ölme tehlikesi azalmıştır. Pişirmenin bir diğer etkisi de besinleri yumuşatmaktır. Besinin yumuşaması, çeneye daha az iş bırakır, bu da özellikle çiğnemeye hizmet eden şakak kaslarının küçülmesine yol açar. Başlangıç noktaları kafatasının yan taraflarında yer alan bu kasların kemikler üzerinde sıkıştırıcı bir etkisi vardır. Bunların küçülmesiyle basınç azalır. Ve kafatası daha büyücek bir beyni kapsayacak şekilde gelişir. Bu eğilimin insan evriminde, alt ve üst çenenin devamlı küçülmesiyle birlikte gittiğine dair bazı açık kanıtlar da vardır. Besin maddelerini pişirmenin, dolayısıyla ateşin, insanoğlunun bugünkü düzeyine ulaşması yolunda işte böyle bir etkisi vardır.

Yukarıda da anıldığı gibi pişirme dışında daha birçok yararı bulunan ateşin, insanlar tarafından ne şekilde kullanıma sokulduğu, nasıl kontrol altına alındığı konusunda çok çeşitli yaklaşımlar vardır. Üzerinde uzlaşılan nokta ise başlangıçta ateşin, doğal oluşumlardan alındığı ve uzun süre, devamını sağlamak şartıyla kullanıldığı, daha sonra da ateşi üretme yollarının keşfedildiği ve bu sayede denetim altına alınarak her gidilen yerde, her istenilen anda yakıldığı düşüncesidir. Ancak; bu aşamaya varabilmek için insanoğlunun bir şeyi öğrenmiş olması gerektiği de açıktır. Bu da, ateşin çok çabuk kaybolması yani sönmesi bilgisidir. Bu durumda ateşin sönmemesine çalışmak, onu üretmekten daha önce öğrenilmiş olmalıdır. Aynen canlı bir varlık gibi onun da korunmaya ve beslenmeye gereksinimi vardır. Bunu fark eden insanoğlu ilk ocakların da temelini atmıştır. Ateşin içinde doğal koşullardan etkilenmeden ve beslendiği sürece yandığı ocaklar elbette başlangıçta şimdiki ocaklara benzemiyordu. İlk ocaklar belki de etrafı bir sıra büyücek taşla çevrili piknik ateşi gibi bir şeydi. Ancak; daha sonraları ateşi üretme, kontrollü bir biçimde yakma ve onu istediği yere yanında götürme bilgisine sahip olunduktan sonra, geçici barınaklarında ateşe yer vermeye başladığını düşünebileceğimiz insanoğlu, bu bilgi birikimine paralel olarak değişik ocak yapma tekniklerini de öğrenmiş olmalıdır. Konumuz ocakların evrimi olmadığı için bu kısa açıklama ile yetinerek, biraz da ocak ve ocak kavramı ile bu sözcüğün değişik dillerdeki etimolojisi üzerinde durmak istiyorum.

Ocakların, insanoğlunun barınağında ateşi kontrol edip, istediği zaman yakabilmeyi öğrendikten sonra yer aldığını yukarıda belirtmiştim. İşte bu yer alışla birlikte ocağa verilen simgesel önem insanın kullandığı dile de yansımıştır. Ocak her zaman, barınakla, evle, mekanla özdeşleştirilmiş ve onun sine qua non (olmazsa olmaz) bir koşulu haline gelmiştir. Ev varsa ocak da olmalıdır, ocak evin en önemli mimari elemanıdır, ocak evdeki yaşantıyı simgeler, ocak soyun devamıdır, ocak topluluğun birlikteliğini ve dayanışmasını simgeler. Öyle ya, akşamları ateş etrafında yırtıcı hayvanlardan korunmak için toplanmadan, kış soğuğunda sıcak bir evde soba veya ocak başında hane halkının bir araya gelmesine değin geçen süreçte hep, içinde ateş yakmaya yarayan yer, ocak vardır. Ocağın bu denli önemli oluşu ona dinsel bazı niteliklerin de yüklenmesine neden olmuş, ocak kültü olarak adlandırılan dini inanış ortaya çıkmış, Klasik Yunan Mitolojisi’nde olduğu gibi ayrı bir ocak tanrıçası panteondaki yerini Hestia adıyla almıştır. 

Ocak sözcüğüne etimolojik açıdan yaklaşıp, değişik dillerde kısa bir araştırma yapıldığında ise aşağıdakilerle karşılaşılıyor olması hiç de şaşırtıcı olmamalı. Örneğin; İsmet Z. Eyüboğlu’nun Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü’ne göre, ocak sözcüğünün kökeni od/ak’tır. Od sözcüğü ateş ve –ak yer bildirme ekiyle birlikte ateş yakılan yer anlamındadır. Ayrıca aynı sözlükte, od köküyle türeyen odağ/otağ sözcüklerinin de ateş yakılan yer, yani oda, çadır, ev anlamına geldiğini ve mekanla olan birebir bağlantıyı saptamak olasıdır. Aynı şekilde, odak sözcüğünün de evde veya çadırda ateş yakılan yer belki de evin merkezi olarak almak olasıdır. Hatta bir adım ileri giderek, Arapça’da ateş yakılan yerin yanma anlamına gelen haraka’dan türeyen mihrak (Türkçe’si yine odak) olduğunu bu sözlükten öğreniyoruz. Hint-Avrupa dillerine geldiğimizde de benzer ilişkileri gözlemlemek olasıdır. Örneğin; ocak sözcüğünün İngilizce karşılığı olan hearth ve Almanca karşılığı olan herd, aynen Türkçe’de olduğu gibi, içinde ateş yanan yer anlamının dışında, aile, ev, merkez, odak anlamlarına da gelmektedir. Ayrıca her iki dilde de yürek sözcüğünün ocağa benzer şekilde heart ve herz olarak yazılması ve her iki dilde de yürek sözcüğünün yan anlamlarından biri olarak merkez, odak, ortaya ve merkeze en yakın kısım tanımlamasının sözlüklerde yer alması belki de şu yorumun yapılmasına izin verecektir. Ocak evin kalbidir.