Annemin Köpüğü

Yazar : Ozan DURMAZ

Kırmızı beyaz kareli masa örtüsünün üzerine kollarını iki yana açmış, üst üste koyduğu ellerinin üzerine çenesini yaslamıştı

"Tanrı'ya inanır mısın?" 

Kırmızı beyaz kareli masa örtüsünün üzerine kollarını iki yana açmış, üst üste koyduğu ellerinin üzerine çenesini yaslamıştı. Şimdi sanki otuzlarının sonunda bir kadın değil, yedi yaşında bir çocuktu. Annesini bulduğu yaşta değil, kaybettiği yaştaydı. Annesi karşısında oturuyordu ve hızla kat edilmesi gereken otuz sene vardı. Aklında öyle çok soru vardı ki... Hiç evlenmiş miydi, babası kimdi, bir kardeşi var mıydı, bunca sene annesi ne yapmıştı ve en önemlisi neden gitmişti... Sormaya cesaret etmesi en zor soru belki de bu olacaktı. Fakat yine de tüm sorular arasında hiç listelenmemiş, ilk sorusunun bu olacağı aklına gelmemişti. 

Annesi dondurmasının dibini etkin bir şekilde sıyırmak için küçük porselen kabın sonuna dikkatle bakarken, kaşlarını kaldırıp, gözünü ayırmadan yanıtladı bu havada asılı bekleyen soruyu: "Tanrının bana inandığı kadar..."

Erika'nın gözleri desendeki beyaz kareden kırmızı kareye devrildi, göz beyazı kanla dolup boşaldı hüzünden. Bayan Neumann ise sakince porseleni masaya bırakıp bir sigara yaktı, gözleri Georgstrasse'ye açılan sokakların birinden geçen insanların peşi sıra uzaklaşıyordu. Ekim aynın gri göğü kafenin üstünü süslüyordu. Hannover'in sonbahar bulutları usul usul Erika'nın gözlerine doluyordu.

"Evli misin? Babamla mı? Babam kim?" 

Erika'nın soruları biriken gözyaşları gibi arka arkaya zihninden dudağına, diline akıyordu. Bayan Neumann, gözlerini hafif kısarcasına genç kadına baktı. Üzerinde siyah bir elbise, üzerinde parlak beyaz taşlı bir elbise göz alıyordu. Başını usulca tekrar dışarı doğru çevirip, sol elindeki sigarasından derin bir nefes daha aldı. "Evet. Hayır. İnan bunun hiç bir önemi yok tatlım. Sanırım en iyisi doğrudan ve kısaca cevaplamak sorularını." 

"Neden?"

Bayan Neumann pek umursamıyor gibiydi: "Çünkü yalın bir doğruyu ancak böyle barındırabilirler." Ya da kendisine karşı ancak bu kadar yalın ve cesur olabiliyordu.

"Şehrin biraz dışında yaşıyorum. Bir Alman ile evliyim. Babanın bir Türk olduğunu biliyorsundur. O zamanlar Antalya'daydık. O şimdi nerede ne yapıyor hiçbir fikrim yok. Senin doğumundan bir süre sonra kayıplara karıştı. Başta döner dedim, bekledim, fakat dönmedi. Gelmedi. Sonra tam ne zamandı hatırlamıyorum, vazgeçtim." 

Bayan Neumann'ın tahmin edilmedik şekilde arka arkaya gelen cümlelerinde Erika biraz düşünüp kendini toplayacak ruh bulmuştu. Hala esas soruyu soracak kadar kendini hazır hissetmiyordu. Öncelikle kendini hazır hissettirecek diğer sorularla korkusunu biraz yenmeliydi:

"Onu seviyor musun?"

"Kimi? Babanı mı?"

"Onun pek sevilecek tarafı yokmuş sanırım. Eşini?"

"Hayır ama babanı seviyordum."

"Neden?"

"Otuz yedi yaşında olduğuna emin misin sen?"

"Beni sen doğurmadın mı? Sen beni bırakıp gittiğin yaştayım."

Bir sessizlik oldu. Bayan Neumann yüzüne ince bir gülümseme yerleştirdi. Gözlerini, etrafındaki duman bulutlarıyla beraber Erika'ya odakladı, hafifçe kıstı:

"Senin..."

"Bak" dedi Erika, gri sarı saçları omuzlarına düşen, pembe beyaz teni hafif buruşuk kadının suratına bakıyordu fakat artık çenesi havada bir sağa bir sola savrularak, cümlelerini dehşet ile doldurmak için adeta çabalıyordu. 

"Müşteri firmanın çalışanlarımız kısmında seni gördüğüm gibi, yıllardır Antalya'da izini bulmak için verdiğim uğraş bir noktaya vardı diye düşünerek dün sabah geldim buraya. Şehrin eski merkezine yakın, ne diyorlar, Altstadt civarında bulduğum ilk otele valizimi attığım gibi, bugün seni bulmayı hedeflediğim fuar alanına gittim. Sorup soruşturdum, yarın çalıştığın şirketin nerede olacağını öğrendim. Umut ile kahır arasında zihnimde seni, fuar alanında yolumu ararken, genişçe bir holde yan yana yemek yiyen yüzlerce insan gördüm. Belki aralarındasındır diye baktım, kimse durmadı gözümde. Aralarından ağlayarak geçtim, sonra tüm o ağaçlı yoldan şehir merkezine döndüm. Her adımımda, her gördüğüm ağacın güzelliğinde, senin yokluğunla geçen yaşlarımın eksikliğine ağladım. Ben bu kadar zayıf bir kadın değilim. Görüyorum ki, şimdi daha dik bir şekilde kızınım diyebilecek kadar da sana benziyorum, öylesine burnu dik biriyim, belki de öylesine kibirli. Fakat buraya geldiğimden beri olmuyor, ben kendim olamıyorum, elim ayağım tutmuyor, en ufak bir şeyde ağlamaktan nefes nefese kalıyorum. Boğazım düğümleniyor, tıkanıyorum. Sana kızmıyorum, senden nefret etmiyorum. İğrenmiyorum. Dün kendimle baş başa kalırsam delireceğimi anlayınca, otel resepsiyonunun önerisine uyup bir turist gibi şu Belediye Binası'na yürüdüm, o kanal boyunca ilerledim ve o küçük köprünün üzerine sana aşıkmışım gibi, seni bulup bir daha kaybetmek istemezmiş gibi bir kilit astım. Sana aşıkmışım gibi bir kilit. Şimdi sen karşımdasın. O kadar küçüldüm ki beni babaannem ve dedeme bıraktığın yaşa döndüm. Oysa sen ben gibi, öyle kibirli oturuyorsun, bana acıyor gibi bakıyorsun. Ben yoktum. Bu şehrin göğüne bulut döşenmiş. Hiç bensiz üşümedin mi?"

"... annen ben değilim" diye cümlesini hiç ara vermemişçesine bitirdi yaşlı kadın.

"Evet, buna inancım tam" dedi Erika, sinirliydi. İçinde tufanlar sökün oluyordu. Garsona hiddetle "Bana bir bira! Mümkünse hemen!" diye bağırdı. Garson korkarak uzaklaştı. Bayan Neumann ise daha fazla bakışlarını kaçıramıyordu. Bakışları yumuşamış, sakinleşmişti. Kabullenemediği durumu kabullenmiş gibi gözüküyordu. 

Ağırlaşan hava yağmura döndü. Erika'nın gözlerinden usul usul yaşlar boşalıyordu:

"Yani... Nasıl oluyor da hala karşımda soğuk soğuk oturabiliyorsun?!?" 

"Bak kızım... Üzgünüm ama ben senin annen değilim. Yani, gerçekten değilim. Ben babanın ikinci eşiyim."

Almanya'nın ortasında yer alan bu sessiz şehirde o an hayat durmuştu. Erika hareketsiz, nefessiz kalakalmıştı. Korkak garson o sırada birayı masaya bırakıp hızla uzaklaşmıştı. Bayan Gudrun Eliza Neumann, yeni eşinin soyadı ile yenilenmiş kimliğini çıkartıp masaya koydu. Kızın önüne uzattı. Erika sessizce bu baskı kokusu üzerinden kalkmamış küçük belgeyi alıp çevirmeye başladı. İlk adlar dışında hiçbir bilgi kendi topladığı bilgilerle ve bildikleriyle uyuşmuyordu. Annesinin ismi ise yalnızca Gudrun olmalıydı. Doğum tarihi ve yeri de farklıydı. Şaşkındı. Antalya'daki eski kayıtlar sadece ilk adları aldığı için karışıklık olmuş olmalıydı. Donuktu. Dağılmıştı.

"Sen kimsin? Annem kim? Ne oluyor?" Erika sinirden titriyordu. Birasından zorla bir yudum aldı.

"Tanrı'ya inanır mısın?" dedi sakince Bayan Neumann arkasına yaslanarak...

"Artık neye inanacağımı bilmiyorum" dedi Erika, seri bir yudum daha aldı birasından, bir kaç damla bira masa örtüsüne küçük damlalar halinde yayıldı.

"Annenin eski bir arkadaşıyım. Aslında başta kilise aracılığı ile gelmiştik. Ailelerimiz Almanya'daki Protestan yaşam tarzını yadırgıyor, genç birer kadın olarak dini geleneğimize uygun bir yaşam algısını oturtmamızı istiyorlardı. Tanrının yasasının kilise aracılığı ile bizi daha doğrudan eğiteceği, yalıtılmış bir ortama ihtiyacımız olduğunu düşünüyorlardı. Antalya'da kirasını kilisenin karşıladığı evde kalıyor, başta Alman ailelerin çocukları olmak üzere, yabancı dil eğitimi almak isteyen Türk çocuklarına da açık, özel bir okulda Almanca öğretmeni olarak çalışıyorduk. Güdülenmiş her Katolik kadın gibi işimiz, evimiz ve kilise arasında gidip geliyorduk. Baban kaldığımız evin önündeki taksi durağında taksicilik yapıyordu. En az her genç öğretmen kadar meslek hayatımızdaki bu ilk derslerimize geç kaldığımız elbette fazlasıyla oluyordu. Baban bu alelacele yolculuklarda, bizi sakinleştiren muzip yapısı nedeniyle dikkatimizi çekmişti. Tanışmamızdan bir süre sonra baban ve annen hızla yakınlaştı. Daha sonra annen ailesini reddederek baban ile evlendi. Ben ise babanı hep çok seviyordum ama o hep annenle ilgilenmiş, onu seçmişti. Diğer yandan, daha evliliklerinin ilk yıllarında Gudrun babanın ailesi tarafından yadırganıyor, dışlanıyordu. Buna rağmen baban alışmaları için sık sık onu kendi ailesi ile görüştürüyor, hatta bazen onu ailesiyle yalnız bırakıyordu. İşte böyle günlerde genelde kıyametler kopuyor ancak Gudrun babana bunları yansıtmamaya çalışıyordu. Sonra sen doğdun. İlk başlarda her şey düzelmiş gibiydi, bir torun herkes için muhteşem bir gelişme olmuştu fakat bu durum çok kısa sürdü, eski kavgalara geri dönüldü. Gudrun yine babanın ailesi ile tartıştığı bir gün kapıyı çarpıp çıkmış, baban onu arabasıyla kapıdan almıştı. Tartışmalı geçen yolculuk sırasında bir kaza olmuştu. Babanda bir problem yoktu, annen ise başından hafif yaralıydı. Ancak hastanede kötüleşti ve kısa sürede travma nedeniyle vefat etti. Sen daha üç aylıktın. Baban kendini suçluyor, kahroluyordu. Kimsenin yüzüne bakamıyor, ortadan kayboluyor, günlerce gelmez oluyordu. Bir gün seni almamı, bir süre bakmamı, kendisinin gitmesi gerektiğini, sonra geri geleceğini söyledi. Hatta hem aile hem de sen büyüdükçe sorun olmasın diye hızlı bir nikah da kıymıştık. Nasıl olsa o dönünce beraber yaşayacaktık. Sonra baban ortadan kayboldu. Bir daha geri dönmedi. Sen okula başlayıncaya kadar yanındaydım. Babana karşı sözümü tutmuştum. Onu seviyordum, döneceğini düşünmüştüm. Ancak o dönmedi. Ben de sonunda buraya, ailemin yanına döndüm. İşte, hepsi böyle..."

Erika tüm anlatılanları nefes almadan dinlemişti. Yanakları kızarmış, yüzünün rengi atmıştı. Bir dikişte önündeki tüm birayı bitirecek şekilde büyük bardağı kafasının üstünde doğrulttu. İndirdiğinde burnunun ucunda beyaz bir köpük birikmişti. Hemen bir kaç sokak ötede, Almanya'yı boylu boyunca geçen Leine nehrinin barındırdığı hüzünlü hikayelerin köpüğünden bir kaç damla...

Erika gerçek karşısında keskin duruyor, göğsüne yavaşça dolan nefese yeniliyordu. Yavaşça çenesini tekrar ellerinin üzerine yerleştirdi. Yedi yaşından henüz gün almıştı. Yeni bir hayata başlaması için, bu anda, göğsünden tarihine acıyla batan bu cümleyi yavaşça kendine üflemesi gerekiyordu:

"Tanrı bana hiç inanmamış ki..."