Uzak Diyarlardan Öyküler: Brel'in Sahnesinde Gülüşmeler

Yazar : Ozan DURMAZ
Konu :

Bu şehirde doğmamıştı ancak bu şehirde yaşlanmıştı. Şehre geldiğinde orta yaşlarını geçiyordu.

Bu şehirde doğmamıştı ancak bu şehirde yaşlanmıştı. Şehre geldiğinde orta yaşlarını geçiyordu. Artık beyazlamış sakalları kır saçlarından uzanan seyrek favorileri ile belli belirsiz kesişiyordu. Hiç evlenmedi. Hiç hazır hissetmedi kendini. Çocukları çok sevdi ve hep üzüldü. Gelmeden önce de üzülüyordu. Aslında tam da bu hüzünden kaçmak için bu şehre gelmişti.

Geldiğinde mevsim sonbahara yeni dönüyor, ülkesinde alıştığından daha karanlık daha puslu bir havaya ayak uydurması gerekiyordu. En azından geçici olarak kalabileceği bir yer ayarlamıştı, şehrin arka sokaklarında, taştan bir evde, küçük bir daireydi. Geniş bir yatak odası, bu odaya açılan bir yüklüğü, ufak bir mutfağı vardı. Yeter diye düşünmüştü tutarken.

Evine pek az insan gelirdi, nadir iş arkadaşları, geldiği ülkeden bir iki tanıdık ve bazen de birkaç kadın bedeni. Gönlü düşenler değil, yolu düşenler... Kendi ise misafir olmayı sever ancak kimse tarafından kolay kolay çağırılmazdı. Yabani değildi fakat kendini benliğine çok alıştırmıştı. Tüm ruhuyla sevimlilik yapsa, arka arkaya eğlenceli deneyimler anlatsa yada sürekli espriler yapmaya çalışsa da, insanlar tarafından ilgi görmezdi. Her günün sonunda, her ne yaparsa yapsın, kimse için yeterince ilgi çekici olamaz, kendisi buna şaşırsa da, bir şekilde içine kapanık olarak tarif edilirdi. Konuşmadığından değil, belki de sadece duyulmadığından böyleydi. O, bu nedenle, akşamın buğulu renkleri bu Avrupa şehrinin tarihi çatılarına ve duvarlarına çökerken, odasında kalamaz, kendinden, şehrin bu büyülü sokaklarına kaçardı. Bu sokaklar ise sanki inatla onu içine almazdı. Bazen bir reklam kağıdı eline tutuşturulur, bazen bir kampanya için imza vermesi istenir, bazen de sadece dolanırken elindeki Belçika waffle'ını zorlanarak yiyen bir  turistle çarpışırdı. İnsanlarla pek iletişime girdiği söylenemezdi. O bunu isterdi, ancak şehir izin vermezdi. Böyle yalnızlık hissettiği, şehrin onu kabul etmediği zamanlarda parke taşlı, on yıllar öncesinden kalma yollar kabarıp ayaklarına engel olur, o ise bilmediği semtlerdeki sokak isimlerini okuyarak insanların arasından süzülür, köşe başlarındaki küçük heykellerden akan yağmur damlalarına bakar, pencerelerden, balkonlardan taşan çiçeklere, kimseye çaktırmadan perdesiz üst katların göz ucuyla içerisine bakardı. Baktığı evler kendine benzeyiverir, o sıkılır, adımları daha kaçak, daha çarpık ilerlerdi. Biriktirilmiş çöplerde insanların ne attığına, ne tükettiğine göz atarak şehre direnir, öylece bir kenara bırakılmış bisikletlere selam verirdi. Ruhu incelir, yağmura karışır, gözünden düşerdi. 

Aylak değildi, bir işi ve iyi bir geliri vardı. Az çok kültürlü biri sayılabilirdi. Brüksel'e iş bahanesiyle kaçabilmişti, fakat iş dışındaki zamanı onun için tatmin edici olmak bir yana, açıkça sıkıcıydı. Kendisine bunu itiraf edemiyor, soranlara şehri dolaşmayı, Avrupa mimarisi ve şehir kültürünü sevdiğini söylüyordu. Benliğinin uçlarından, tumturaklı cümlelerin beylik deyişlerine kaçsa da, bunları söylerken tamamen de haksız sayılmazdı. Belçika'da hayat en az birçok diğer Avrupa şehrinde de olduğu gibi, oldukça erken saatlerde başlıyor, mesaiden çıkanlar günlük alışverişlerini yapıp, çeşit çeşit biraların yer aldığı barların birinde bir kaç bira içip hızlı adımlarla evlerine, ailelerine, çocuklarına kaçıyordu. O ise gerekirse yolunu olmadık mesafede uzatmak pahasına, bildiği en sakin ve sessiz yoldan evine yürüyor, bazen dükkanlarını kapatan esnafa eşlik ediyor ya da kapatmadan bir kahve ya da bira içmek isteyip onlara engel oluyordu. Genevlerin, Emirdağ bakkaliyesi ve manavının yanından, Schaerbeek'i boylu boyunca geçiyor, evde bir başına yemek yapıyor, bu semtte doğan Jacques Brel'in plaklarını ardı ardına sakinlikle dinliyor, Brel zihninde söylerken, bu şehirde onunla sahne almak için, herkesin evine çekilmesini usulca bekliyordu. Sonra çıkıp yürüyor, yürüyor, yere kapaklanacak kadar çok yürüyordu. Uzun yürüyüşler için pek mecali olmayan gecelerde ise, doğrudan eski Borsa Binası'na gidiyor, merdivenlerde gençler ile oturup gençliğine ve yaşlılığına üzülüyor, dans eden, bisiklete binen halkın akşam coşkusunda hüzünleniyordu. Her hareket, her mutluluk, her kabul edilmişlik, her sıradanlaşmışlık, hayatın olağan akışına kapılmış her şey fazlasıyla canını sıkıyordu. 

Sıradan bir günün sonunda yine iş yerinden çıkmış, kendini evinden en uzaktaki sokaklara vurmuştu. Chaufferette  Lollepot Sokağı etrafında dönüyor, duvarlardaki rengarenk çizimlere bakıyor, yine evlerin içine dalıyor, bir yandan da susuzluğuna derman olacak küçük bir bar arıyordu. Yağmur yağdı yağacaktı ancak o kapalı bir çatı altına girmek istemiyordu. Sonra turuncu lacivert bir tentenin kenarında Vedett birasının sembolünü gördüğünde gülümsedi. İçeriye doğru yönelirken arkasından bir rüzgar esti. İçeri girip orada mı kalsam diye düşündü ancak içerinin loş, gürültülü kalabalığını görünce irkildi ve bol şerbetçiotlu IPA birasının soğuk bir esinti ile daha iyi gidebileceğini düşündü. Dışarıya çıkmak üzere bara sırtını dönecekken, orada, üzerine mermer oturtulmuş eski ahşap barın en ucunda, gölgeler içinde bir masa lambasına asılı bir çift göz gördü. Gözler bir kitabın kapağı üzerinde ışıldıyor, sarı kabarık saçları boynuna dalga dalga uzanan bir kadın taburenin üzerinde hafif hafif salınıyordu.

Önce dayanamayıp dönecek ve dışarı yürüyecek oldu, hatta bir kaç adım atmıştı ki, kadının kendisine baktığını hissetti. Bu tabi ki gülünç bir histi ancak belki öyle düşünmek istemişti, belki de saçlarının ucunda bir eli, diğeri ile birasını kaldırıp yudumluyordu sadece. Belki de geri döndüğünde şaşkın bir şekilde karşı karşıya geleceklerdi. Durdu, barda çalan bir müzik yoktu. Kadın salınıyordu. Merak etti, döndü, baktı. Kadın düpedüz kendisine bakıyor sandı, oysa dışarıda hava patlamış, yağmurun ilk damlaları şiddetle inmeye başlamıştı. Kadının dudaklarında sessiz bir şarkı, taburesinde dans ediyordu. Dudakları bira bardağının kıyısında parlıyordu. O ise, barın ortasında saçma sapan dikiliyordu. Paltosunu çıkartmaya karar verdi, tam o sırada garson birasını bara yerleştirdi. Camın ucundan taşan köpükler ince ince akıyor, eski tahtanın oyuklarına doluyordu. 

Akmakta olan birasına yanaşarak, bomboş barda anlamsızca kendine oturacak bir yer bakarken - kadından fazlasıyla etkilendiğini bu kadar açık ettiğini tam bu anda fark etti - kolunun altına sıkıştırdığı paltosu ayaklarının ucuna boylu boyunca serilip düştü. "İsterseniz" dedi aksanlı, narin bir ses, "arkamdaki askıya asalım paltonuzu?". Bir şey diyemedi, paltoyu uzatır gibi yaptı ancak sonra bunun ayıp olacağını düşünüp askıya doğru kararsızca bir iki adım ilerledi. Kadın ile yan yana geldiler. Özür dileyerek astı paltoyu. Kadın oturmaz mısınız diye sormadı. O, oturmak istediğini belirtecek bir cümle etmedi. Bugüne kadar nasıl olduysa, öyle gelişecekti yine her şey. Birasını alıp dışarı çıkacaktı. Özel bir şey ya da sürpriz beklemesi başlı başına çok dramatik değil miydi? Kendine acıdı. Ayaktaydı, eli birasına gitti. Kadın dışarıya bakıyordu, Almanca mırıldanıyordu: 

"Geceleri dinlerim yağmuru, 

Yabancı çatılar altında.

Yağmur... Yağmur...

Nasıl da uyanık tutarsın beni

Yabancı çatılar altında."

 

"Kaleko!" dedi, tanıdık bir şey bulmanın şaşkınlığıyla sesini yükselterek. Kadın şaşkın ona bakıyordu. "Burada bir Alman görmek çok da sıradan bir şey değil aslında?" diye sordu aynı dilde, istemsiz, sorduğuna kendisi de şaşırmıştı. Belki sadece uzun süre sonra sıra dışı bir şeyin karşısına çıkmasını sevmişti. Kadın ise çifte şaşkınlık yaşıyordu; "Siz, Kaleko'yu, şiirlerini biliyor musunuz? Almanlar ve Yahudiler dışında pek az kişi bilir..."  

- Evet, bilirim, severim de:

"Yağmur... Yağmur...

Yabancı çatılar altında,

Ne çok söyledim,

Ne çok yalan."

 

Kadın hayretle gözlerine bakıyordu adamın. Kitabın kapağı kendiliğinden kapanmış, askılı gözler paltoya sarılmıştı. Isınmıştı. 

Gülüştüler. Uzun uzun, saçma sapan, hiç durmak istemediler. Kadının yanına ilk oturduğunda paltosundan aldı gözlerini, kendi gözlerine koydu. Biliyordu, vakti dardı. İnanmıyordu talihinin döneceğine. Elbette dönmedi de.

"Brüksel'de mi oturuyorsunuz?"

"Hayır, ben eşimi bekliyorum aslında, iş nedeniyle buraya gelmiştik, iş derken, şiir aslında, çok yabancı değilsiniz anladığım kadarıyla şiire, eşim bir şairdir, ben de çevirmenim. Üst kattaki yayın bürosunda bir kaç işi halletmesi gerekiyordu. Onu bekliyorum."

"Çok güzel"

"Evet, siz de şiiri bir aile işletmesine çevirdiğimiz için hızlı bir eleştiriye girişmeyecek misiniz?"

"Hayır. Yani... Ne çok söyledim, ne çok yalan..."

"Kaçak güreşiyorsunuz ama! Bir eleştirmen misiniz yoksa?"

"Hayır."

"Öyleyse bir dergi editörü!"

"Bilemediniz. "

"Bilemedim."

"Önemi yok. Kaleko okuyup, Trappist birası deneyen bir Alman turiste her zaman denk gelmiyorum aslında. Benim için gecenin ödülü sayılabilir."

"Belçika'da gecenin ödülü her zaman Brel olmalıdır - Bara dönerek - Hey bize Amsterdam'ı çalar mısın, Brel'den?"

"Evet şimdi eksiksiz bir turist oldunuz işte!"

 

Gülüştüler. Biliyordu, vakti dardı. Çok sürmeyecekti bu loş aydınlık, dönecekti karanlığa elbet. Birası bitmişti ve kadının gözü kapıya bakıyordu. Belki irkiliyordur diye düşündü, belki çekiniyordur eşinin onu barda bir başkasıyla görünce şaşırabileceğinden. Oturuşunu düzeltse, biraz resmileşse belki de daha iyi olur. Peki bir bira daha söylese fazla mı davetkar olurdu? Utandı. Kızarmış olabileceğinden korktu. Almanca konuşurken daha az olurdu bu oysa. Belki de işi nedeniyle hep kendisini telefon hattının ucunda sinirle paralayan müşterilerinden kalaylanmıştı. Arsızdı. Yanında evli bir kadın oturuyor ve o sanki yapışmış gibi kadını rahatsız mı ediyordu acaba? Hem kadın da bir süre sonra gidecekti. Her şey yine yarıda kalacaktı. Çıkıp yürümesi gerekiyordu. Çıkması ve dönmesi karanlığına...

Bardağına iki parmak bira dolduğunu gördü sonra. Kadın ayağa kalmış, paltosunu kolunun altına yerleştiriyordu. "Bana bir bira borçlusunuz şimdi." dedi. Arkasından bir gölge kapladı üzerini, bir başka adamı arkasında hissetti. Yaklaştı karaltı, kadının yanağına uzanıp, "Çok bekletmedim değil mi" öpücüğü yerleştirdi. Ayağa kalktı. "Eşim" dedi kadın, "tanıştırayım, bu beyefendi de... Adınız neydi sizin?"

"Kaleko."

"Evet, alaycı bir şiir okuyucusu en azından! Brüksel'de Almanca konuşan birine denk gelmek bile biraz enteresan geldi bana, bir bira içimi kadar kısa süre için bile yanımda olamasan da, imdadıma yetişti."

Olgunlukla gülümsedi beyaz paltolu adam ya da olgun gözükmekte başarılıydı yeterince. Kendini ezilmiş hissetti tekrar, un ufak ve küçülmüş.

"Öyleyse bir gün bir şekilde denk geliriz umarım." dedi beyaz paltolu adam ya da geniş omuzları dedi, uzun boyu, belirgin yüz şekli dedi. Sarılmış kadın adamın paltosunun cebine uzanıp bir kart çıkarttı, bembeyaz. Uzattı.

"Şair ve çevirmen demek, böyle yazıyor kartınızda?"

"Benim kadar iyi bir çevirmen değil" dedi kadın, gülümsedi.

Gülümsediler. Hep birlikte. Üç kere ağladı ahşap bar. Her biri için ayrı ayrı oyuklarına doldu yalnızlık, genzinden iki parmak bira aktı, ruhu ağladı.

"Bunu ancak bir sonraki buluşmamızda ispat edebileceğiz ne yazık ki, Bay Kaleko! Bu akşamlık size iyi akşamlar!"

Selamlaştılar. Sarılarak çıktılar bardan. 

Henüz dinmemiş Brel'in testeremsi sesi kaldı boğazında, inmedi. Elinde bembeyaz bir "şair kartı". Kulağında, bir Valon gibi davranmayı tercih etmiş bir Flaman'ın hırıltılı ezgisi. 

Ayağa kalktı, bara bir miktar para bıraktı. "Biraz geğirmek için kalkar ayağa, yapacak hali varsa hala..." Eşlik etti şarkısına Brel'in. Askıdan kadının kokusu sinmiş paltosunu aldı. Adımlarını dışarı doğru uzattı bardan. Şimdi bir biranın değil, ancak kendine acımanın, kaçamadığı sıradanlığın mide bulandırıcı hazımsızlığıyla, Brel ile şehirde bir kere daha sahne almak için, salınarak indi sokaklarına. 

Uzaklarda yanıp söndü taş evlerin küçük oda ışıkları. Bu şehirde doğmamıştı ancak bu şehirde yaşlanmıştı. Aylak değildi, bir işi ve iyi bir geliri vardı. Az çok kültürlü biri sayılabilirdi.

Ölümü düşündü ilk defa. Biliyordu, vakti dardı. İnanmıyordu talihinin döneceğine...

Yabani değildi fakat kendini benliğine çok alıştırmıştı.

 

"Hiçbir defa kükremedi yağmur bana,

Kaynağından ve derelerden.

Hiçbir defa kükremedi yağmur bana,

Yalnız gözyaşlarımdan başka."