Geceye Konan Baykuş
Koşturarak girdi kapıdan içeri, resepsiyonda takım elbiseli bir adam hoş geldiniz dedi, yarım yamalak gülümsedi adama, hızlı adımlarla asansöre doğru ilerledi.
Koşturarak girdi kapıdan içeri, resepsiyonda takım elbiseli bir adam hoş geldiniz dedi, yarım yamalak gülümsedi adama, hızlı adımlarla asansöre doğru ilerledi. Ellerinde birkaç torba, sırtında bir çanta vardı, yine de pek ağır değillerdi. Oysa akşamını çağıran bu haziran gününün soğuk rüzgarı üzerine esip durmuş, onu taşıdığı ağırlıklardan daha çok yormuştu. Kıtanın oldukça kuzeyinde, evinden, ikliminden çok uzaktaki bu şehirde birkaç gündür konaklıyordu.
Otel, geniş koridorlu, kat kat üstüne, upuzun bir binaydı. Kaldığı semt şehrin merkezinde ve odası üst katlardan birindeydi. Asansörün gelmesi bu nedenle vakit alabiliyor, başının içinde hala dönmekte olan rüzgar elindeki paletleri daha da ağırlaştırıyordu. Odasına gitmek, duş yapmak istiyordu. Asansör, beklediği zemin katına akşam gibi çöktüğünde, henüz hava kararmamıştı. Yeryüzünün bu kadar kuzeyinde, bu mevsimde, ancak üç saat gece oluyor, akşam olabildiğince uzuyordu. Saatle yaşamaya alışkın değildi, güneşi ise takip edemiyordu. Bir haftaya yakın bir sürede de hala alışamamıştı.
Odasına girmesiyle, elindeki paketlerin yere devrilmesi bir oldu. Kim bilir kaç farklı ziyaretçinin üzerine bastığı koyu renkli oda halısının üzerinde bir iki teneke bira şişesi, bir iki elma yuvarlandı. Bir paket cips, üzerine düşen bir başka bira tenekesi açılıp, saçıldı. Küçük bir oflama çıksa da ağzından, pek dert etmedi bunu. Odanın pencerelerini örten, hava kararmadan da uyumayı sağlayabilen, ışık sızdırmayan bu kalın perdeleri açtı öncelikle. Gökte, petrol rengi koyu bir hava vardı.
Gözleri dışarı, uzaklara bakıp daldı. Geçmişine gitti, istemsiz, düşündü, onu buraya getiren yolları düşündü. İç çekti uzunca, yağmuru şehre çağırır gibi derinden, geçmişinden parçalar indi şehre. Çisiltili birkaç umut kayıp gitti gözlerinden. Edmonton, Kanada'nın beşinci büyük, kardan sadece üç dört aylığına uzak kalabilen, petrol hatlarının kavuşma noktasındaki bu mavi yaka şehri sanki gözlerini dikmiş, yukarıda bir odada, ayakta geçmişinin yorgunluğuyla dinelen adama bakıyordu. Kendisinden hesap soruluyormuş gibi hissetti. Şehre ilk yağmur damlaları düşerken, topraktan çok uzaktaki bu beton odasının sınırlarından taşmak, şehre akıp karışmak, hesap sorulacak ne varsa yüzleşmek istedi. Pencereler kilitliydi, açılmıyordu, daha önce de denemişti, tekrar yokladı hepsini bir bir. Açılmıyor deyip vazgeçecekken tam, birinin üzerinde "Sorumluluğu size ait olmak üzere" yazısını gördü. Boyası silinmişti yazının. Elini uzattı, ne zamandır açılmayan bir karış boyutlu üst pencere zorlayınca açıldı. Odaya temiz, soğuk hava dolmaya başladı. Gülümseyerek arkasını döndü sonra, üzerindekileri çıkartarak duşa yöneldi. Suya ve şehre karışmasının başka yolları da vardı mutlak, onu rahatlatacak. Rahatlatmasını umduğu...
Umduğu gibi olmadı ne yazık ki. Duş boyunca, ensesine akan sıcak suyun etkisiyle bir açılıp bir kapandı zihninde düşler. Geçmişinden gelen, bitiremediği onca hesap, acı dolu anı, başkalarının onu, onun başkalarını üzmüş olması ihtimalleri üzerine düşüncelerle ıslandı durdu. Kaçtığı yağmur, onu duşta yakalamıştı. Bunu fark edince usulca musluğu kapattı, hızla duştan çıkıp kurulandı. Odaya dönmek, bir bira açmak, ayaklarını camın eşiğine dayamak, yağan yağmuru izleyip sızana kadar içmek istiyordu. Edmonton'da dünyanın dört bir yanında buluşmuş, Çinli, Pakistanlı, Hindistanlı işçilerin parkalarına yağmur yağacak, insanlar sokaklarda kaçışacak, çatıların renkleri bir ton koyuya dönecekti ve o sadece oturup bunu izleyecekti. Yüreği kararırken, şehrin de kararması, onu hafifletecek miydi peki?
Bitmeyen içsel sorularıyla bornozunu giyip, kafasına havlusunu sarıp, yağmurun başlayıp başlamadığını görmek için hızla odasına yöneldi. Bu öz şöleni kaçırmak istemiyordu. Kısa koridorun ucundan köşeyi döndü ve odasının loş ışıltısında petrol renkli kanatları siyaha çalan, büyük boz bir baykuşun, pencerenin hemen yanı başındaki yazı masasında dikildiğini gördü. Olduğu yerde kaldı. Hayvan, kanatları hafif açık, olası bir tehlikeye karşı dik durmak için tüylerini kabartmış, ağır ağır odayı süzüyor, etrafını tanımaya çalışıyordu. Onun odaya girmesiyle, göz göze geldiler.
Şehrin akşamına doğru Sir Winston Churchill Meydanı'nda gençler son danslarını yapıyor, barlarda az sayıda yerli turist Yellowhead'ten gelen soğuk biraların köpüklerini, Kanada'nın vazgeçilmez tatlarından Poutine ile birleştiriyordu. Jasper Bulvarı boyunca sıra sıra dizilen cam kaplı binalardan, koyu renkli bulutların yansımaları geçiyordu. Vancouver limanından Edmonton'a mal taşıyan konteyner trenlerinin bitmek bilmeyen uğultusuna karşı, uzayıp gelen treni izleyen otomobiller sıra oluyor, içlerinde şehrin sakinleri, evlerine gitmek için sabırsızlanıyordu.
Baykuş sabırsızca kabarıyor, kanatlarını açıyor, havalandı havalanacak bir halde bacaklarını esnetir gibi öne arkaya gidip geliyordu. Hayret, korku ve baykuşun karanlık ihtişamı karşısında şaşkınlık ve saygınlıkla ayakta durmakta zorlanıyordu. Baykuş kanatlarını sonuna kadar açıp, ciğerindeki tüm nefesi kullanarak, yüzüne karşı uğuldayıp öne doğru kendini savurunca, istemsiz dizlerinin üzerine çöküp kolları ile yüzünü kapatmaya çalıştı. Baykuş, gürültülü bir şekilde bir kez daha uludu.
Vagonlar geçti, danslar ve yemekler bitti. Biraların köpüğü silindi dudaklardan ve şehir sessizliğe büründü sonra. Dizlerinin üstünde baykuşun önünde duruyor, acınası bir halde, kaderinin onu nasıl cezalandıracağını bekliyordu. Sonra indirdi kanatlarını baykuş. Adamın tehditkar olamayacağını anladığından olsa gerek,yavaşça başını uzatıp, pencerenin önünde birikmiş sudan içmeye çalıştı. O zaman anladı, yavaşça, kontrollü bir şekilde geri geri emekledi ayağa kalkmadan. Banyoya girip ayağa kalktı, su bardağını ağzına kadar suyla doldurdu, tekrar yatak odasına döndü. Usulca diz çöktü, günahları karşısında diz çökermişçesine, kendini yargılayacağın ne varsa özür dilermişçesine... Emekleyerek, usul usul yaklaştı, yaklaştı ve bardağı masanın diğer ucuna bıraktı. Bırakırken kanatlarını bir kere daha açtı baykuş, koskocaman kanatları, şehrin henüz kararmamış akşam göğünü kapatıp odanın içini tehditkar bir karanlıkla doldurdu. Yavaşça çekilince karşısındaki adam, hayvan pençeleri üzerinde iki kere sekip suya yanaştı, arada durup başını adama çevirerek içti suyu. Sonra iki üç sekme ve küçük kanat çırpışlarıyla pencereye yanaştı. Dönüp arkasına baktığında, adam çırılçıplak, dizlerinin üzerinde yere eğilmiş bekliyor, gözlerinden yağmur gibi yaşlar süzülüyordu. Başını eğip pencereden çıktı baykuş. Kocaman kanatlarını boz göğe açtı son bir kere daha ve bıraktı kendini gökdelenlerin arasından boşluğa, uçup uzaklaştı.
Adam bir süre bekledi. Yerde öylece, çırılçıplak bekledi. Kuzey Amerika rüzgarı üzerinden esip geçti. Yere uzandı yorgun. Hırıldayarak ağladı sonra, öksürerek ve gürleyerek ağladı. Akreple yelkovan bir süre birbirini kovaladı, yanında dağılmış cips paketi rüzgarla hışırdadı. Edmonton'da gümbürtüler içinde bir fırtına patladı, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu.
Ağlaması yavaşça dindi sonra, bornozuna sarındı yavaşça, önünü bağladı. Üşüyordu, battaniyeyi çekti yataktan, sarındı, ayağına bir çorap bulup geçirdi. Ürkekçe ayağa kalktı, çekingen adımlarla yaklaşıp, pencereleri kapattı. Oda soğumuştu. Yerden yuvarlanmış teneke kutulu Yanjing birasını açtı. Pencerenin yamacına oturdu. Aşağıda, sırtında şehrin hokey takımı Oilers'ın turuncu lacivert forması iki inşaat işçisi, bir binanın yan duvarına kurulmuş boya iskelesinden aşağı hızlı adım inmeye çalışıyor, yağmur duvardaki koyu renkli boyayı silip süpürüyordu.
Yüksek binaların arasından, geceye kavuşamayan şehre baktı, endişeli gözleri onu sakinleştirecek boz bir baykuşu aradı havada, bulamadı. Sakinleşti. Birasını yudumladı. Bir nebze hafiflemiş hissediyordu kendini, akşam bir şeyler yapabilirse, iyi gelecekti. Masanın üzerinden turistler için hazırlanmış şehir aktiviteleri katalogunu açtı.
Karşısına koskocaman kanatları yırtıcı bir şekilde açılmış boz bir baykuş resmi çıktı. Oilers, bu gece Toronto Ice Owls (Buz Baykuşları) ile oynuyordu. İşçiler, hazır ayaklarına gelmiş yağmur bahanesiyle maça yetişiyor olmalıydı. Birasındaki son yudumu alıp, toparlanmak için üzerindekileri attı, biraz ısınmıştı.
Camdan dışarı baktı, gülümsedi. Yağmur azalmıştı.
Uzakta, çok uzakta, belli belirsiz bir karaltı, şehirden uçup uzaklaştı.
Görseller:
Yazara aittir.