Dünyada ve Türkiye’de Başarılı Feministler, Atatürk ve Feminizm

“Kadınlar Günü”nü kutlamak klasikleşti son yıllarda. Oysaki bir kutlama değil, anma günüdür.

Değerli Apelasyon okurları, bu sayıdaki yazımı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü önemseyen, kadın ve erkeği birlikte toplumun değerli ve bütüncül bir unsuru olarak gören, kadına saygı duyan tüm bireyler için yazıyorum. 

 “Kadınlar Günü”nü kutlamak klasikleşti son yıllarda. Oysaki bir kutlama değil, anma günüdür. “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” aslında tek bir günün değil, bir sürecin sonucudur. Bu sebeple Türkiye’de Feminizmden önce dünyada Feminizm tarihine kısaca değinmek yerinde olur.

 8 Mart 1857’de New York’ta 40.000 dokuma işçisi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için tekstil fabrikasında greve başlamış, polis saldırısından kaçamayan işçiler fabrikaya kilitlenince, 120 kadın fabrikada can vermiştir. Aradan 113 yıl geçtikten sonra,  26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag şehrinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısı düzenlenmiştir. Almanya Sosyal Demokrat Partisinden Clara Zetkin’in 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak anılması önerisi oybirliğiyle kabul edildikten sonra ilk anma günü 8 Mart’ta değil, 19 Mart 1911 tarihinde gerçekleşmiştir.  

17 ve 18. Yüzyıllar boyunca öncesinde ve sonrasında da kadının eş ve anne olarak evine ait olduğu varsayımı neredeyse evrenseldir. Kadının kocasının koruyucu kolları arasında aileye ait olduğu fikri tüm liberal erkek kuramcıların ortak düşüncesi idi.  1850’lerden 1920’lerdeki Suffragette başarısına kadar uzanan ‘Birinci Dalga Feminist Hareket’ kadınların oy hakları mücadelesiyle bütünleşmiş, eşit, adil ve özgür bir dünya ister.Marry Wollstonecraft  1792’de “Kadın Haklarının Savunulması” adlı kitabı ile politik alandaki mücadeleyi başlatmıştır. 

19.yüzyılda Fransız Devrimi ile gelişen sanayi devrimi; kadınların ev sınırları dışına çıkarak, üretime katkı vermelerinin yollarını açmıştır. Bu dönemde kadına “eşit hak” düşüncesi Fransız filozof Marquis de Condorcet’in fikirlerine dayanır. İlk Kadın Hakları toplantısı New York, Seneca Falls’da 1848 yılında yapılmıştır. Simon De Beauvoir ise İkinci Cins adlı eserinde (1949) “Kadın doğulmaz, kadın olunur,” demiştir. Kadınların ezilmesini en büyük sorun olarak kabul eden 1960 sonrası Radikal Feminist Hareket, eşitlikle farklılığın bir arada var olmasından yanadır. Kadın-erkek eşitsizliğinin köklerini yeniden üretim ilişkilerinde ve ailede ararlar.

 Radikal feministlere göre kadınlar yaşamlarının en temel koşullarını dönüştüremedikleri sürece, baskı altında kalmaya devam edeceklerdir. Nancy Chodorow’un “Annelik, Erkek Egemenliği ve Kapitalizm” adlı 1979 tarihli makalesi feminist çözümleme çizgisindeki birçok merkezi düşünceyi oluşturmuştur. Kadının evde çalışması ve annelik rolü, parasal değişim alanının dışında olduğu ve parayla ölçülemediği için ve sevgi, değerli kabul edilse bile sadece değersizleştirilmesi iş ve güçsüz bir alan olarak görüldüğü için, değer kaybeder.  Anne olarak kadınlar, işçilerin hem fiziksel hem de gerekli kapasiteler anlamında bir gün duygusal yönelimler ve ideolojik duruşlar açısından kapitalizm için yeniden üretilme evlerinde katkıda bulunur. 

 

J. Danovan’a göre günümüz Freudcu feministleri modern ataerkil medeniyetin kadınlığı bastıran, reddeden ve boyun eğdiren etki üzerine kurulduğunu iddia eder.  Dünya Emekçi Kadınlar gününde gerçekleştirilen eylemlerin özünde fikirler vardır. Düşünceler gelişmese eylemler, eylemler olmasa yıllar boyunca süren mücadeleler de olmazdı. 

Dünya Emekçi Kadınlar günü Türkiye’de 1921 yılında kutlanmaya başlanmıştır. 8 Mart’ Türkiye’de ise Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova adlı iki kız kardeşin girişimleri sayesinde anılmaya başlanmış, bir süre kesintiye uğrasa da 8 Mart 1984’de kendilerini feminist olarak tanımlayan “Kadın Çevresi” kurulmuştur ve bu tarihten sonra 8 Mart’lar Türkiye’de çeşitli kadın örgütleri tarafından kutlanmaya başlanmıştır.

Dünyadaki feminizm ve kadın hakları girişiminden daha önemli olan ise dünyada tüm liderlerden daha çok ve üstün saygı gören Atatürk’ün 1923 yılının Ocak ayında İzmir’de halka hitap ederken, kendi sözleriyle ülke nüfusunun yarısını teşkil eden kadınların sosyal ve ekonomik hayattaki yerine özel bir önem atfetmiş olmasıdır. Dolayısıyla Cumhuriyetin ilanından önceki son dönemler ve Cumhuriyetin ilk yılları, aralardaki sosyal, politik ve kültürel anlamda dalgalı dönemlerde bile Cumhuriyet dönemindeki atılımlar, Türk Kadınına paha biçilemez değerler katmıştır. Kadınların haklarını savunabilmelerinin ve eyleme geçebilmelerinin en önemli temeli ise eğitimdir. Prof. Dr. Güneş Zeytinoğlu, Anadolu Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi 18-19 Ekim 2007 Çalıştay sunumunda Atatürk’ün sözlerini aktarmıştır: 

“... Yaşamak faaliyet demektir. Bir toplumun bir uzvu faaliyette bulunurken diğer uzvu atalet içinde olursa o toplum felç olmuştur... Dolayısıyla toplumumuz için ilim ve fen lazım ise bunları aynı derecede hem erkek, hem de kadınlarımızın elde etmeleri gerekmektedir.... Kadınların en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin önemi layıkıyla anlaşılır. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya azmetmiştir. Bugünün gereklerinden biri de kadınlarımızın her hususta yükselmelerini sağlamaktır. Bu sebeple kadınlarımız da ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün tahsil derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar erkeklerle yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır.”

Cumhuriyetin ilk yılları 1926-1935 yılları arasında Türkiye’de kadınların özgürleşmesi adına ciddi atılımlar gerçekleştirilmiştir. Bunlardan başlıca olanları kadına sadece eğitim değil, siyasal alanda da özgürlükler sunuştur. 1926’da Medeni Kanunun kabulüyle Türk Kadını yasal olarak erkeklerle eşit konuma getirilmiştir. 1930’da Kadınlara Belediye seçimlerine katılma hakkı 1934 yılında da birçok Avrupa ülkesinden önce, Türk Kadınına seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. 1935 yılında ise Türkiye Cumhuriyetinin beşinci Meclisinde 18 kadın milletvekili yer almıştır. İşte tüm bu atılımlar ve çok daha fazlası, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük Atatürk’ün kadına saygısını göstermektedir. 

Günümüzde ise birçok kadın çalışmaları, feminist kurum ve kuruluşlar ve bu makalede yer vereceğimiz ülkemize hizmet etmiş pek çok başarılı kadın olmasına rağmen, yazılı, görsel ve işitsel haber kaynaklarında aile içi şiddet, toplumsal cinsiyet ayrımcılığı, mahalle baskısı haberleri azalmak yerine çoğalmaktadır. Bunun altında yatan başlıca sebeplerin de toplumun etik değerler algısının henüz yeterince gelişmemesi olduğu düşünülmektedir. Birçok başarılı kadının halen iş dünyasında ve akademik ortamda zorlu yollardan geçtiği inkâr edilemez bir gerçektir. Hatta son yıllarda bazı çevrelerde giyim modasında dahi Cumhuriyetin ilk yıllarında görülen modernlik yerine dünyaya karanlık bir çerçeveden bakan anlayış baş göstermektedir. 

Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı konusundaki çelişkilere rağmen, Türk kadınları olarak geleceğe umutla bakabilmek için daha çok çalışmalı, Atatürk’ün de söylediği gibi, eğitime ve kadına saygıya öncelikle aileden başlamalıyız. Bu vesileyle belirtmeliyim ki doktora tez sürecindeki akademik çalışmalarıma sadece akademik ilerleme kaygısıyla değil, aynı zamanda eğitime ciddi anlamda değer veren, toplumu kadını- erkeğiyle bir bütün olarak gören bir ailede yetişmiş genç Türk kadını olarak devam ediyorum. Evine gelen misafirlerini Nazım Hikmet’in “Bizim Kadınlarımız” şiirini seslendirerek karşılayan feminist bir babanın ve her akşam çocuklarıyla birlikte “okuma saati” düzenleyen bir annenin kızıyım. 

Her ne kadar akademisyenlik ve edebî çevirmenlik yolunun başında olsam dahi, idealist çalışmalarıma ilham vererek Ankara’dan İzmir’e taşınıp yerleşme sebebim olan aile büyüklerimden, Fatma Aliye Hanım’a huzurlarınızda “Ruhun Şad Olsun!” demek istiyorum. Bir zamanlar Karşıyaka’da yaşamış olan, adını büyük dedemin Atatürk’e hayranlığı ve kadınlara saygısı sebebiyle Türk edebiyatının ilk roman yazarından alan Fatma Aliye Hanım’a bu yazıda yer vermemin nedeni ise, babamın da izni ve desteğiyle, Fatma Aliye Hanım adına bir kadın kütüphanesi açma niyetimizin olmasıdır. (Bu fikre ve hayale kapılmamın temeli 2013 yılına dayanır; İtalyanca yazdığım bir öyküyle katıldığım, ünlü İtalyan yazar Luigi Malerba adına düzenlenen edebiyat yarışması ödül törenine Anna Malerba tarafından davet edildiğim Roma’daki Milli Kütüphanede yaptığım konuşma sonrasında bir örneğine şahit oldum ve kadınlar açısından çok faydalı bulduğum, Roma merkezli, disiplinlerarası birleştirici nitelikli bir kadın kütüphanesi girişimidir. Bu yolda bizlerle yürümek isteyen, emeğe destek olabilecek üstün bilinçli tüm dostlarımızla bir araya gelmek bizi sevindirecektir.)Türk Edebiyatında da bu yazının sınırlarını fazlasıyla aşacak sayıda, çok değerli yazarlarımız vardır. Ancak, öncü yazarlardan başlamak, Feminist düşüncenin temelini doğru anlamak açısından son derece gereklidir. Neden Fatma Aliye Hanım?

Fatma Aliye Hanım

1862-1936 Yılları arasında yaşamış olan Fatma Aliye Topuz, çeviri, roman, anı, tarih, felsefe alanlarında pek çok eser vermiştir. Eserlerindeki başlıca konular ise kadın sorunlarıdır. Fatma Aliye Hanım, İlk Türk Kadın roman yazarı olarak Cumhuriyet döneminde çok saygı görmüş, ismi yeni doğan kız çocuklarına verilmiştir. 9 Ekim 1862’de İstanbul’da dünyaya gelen Fatma Aliye Hanım’ın eğitiminde tarih ve hukuk alanlarında eserler veren bir devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın rolü büyüktür. Baba evinde Fransızca, matematik, tarih, edebiyat ve felsefe dersleri almıştır. Fransız yazar George Ohnet’in “Volonté” adlı eserini 1889-90 yılında “Meram” adıyla ve “Bir Kadın” imzasıyla yayınlayabilmiş, bir kadın olarak edebiyat çevrelerinde büyük ilgi görmüştür. Fatma Aliye Hanım Tercüman-ı Hakikat Gazetesinde  “Bir Kadın” imzasını kullanarak kadınlarla ilgili yazılar yazmıştır. Fatma Aliye Topuz, edebiyat aracılığı ile kadınların özellikle o dönemdeki sorunlarını ele alarak çözüm yolları aramış, öncü bir kadın; bir fikir işçisidir. Yaşadığı dönemde sadece topluma öncü olmakla kalmamış, İslamiyetteki çok kadınla evlilik, kadının örtünmesi ve cariyelik kavramlarına eleştiri niteliğinde, sonradan Fransızcaya da çevrilen “Nisvan-ı İslam” adlı eseriyle büyük ilgi görmüş, kendisine Chicago Sergisi’nde bir ödül belgesi verilmiştir. 

Ayrıca, Latife Hanım’ın değerli bir dostu olan Fatma Aliye Hanım, büyük bir Atatürk hayranıdır. Zira Fatma Aliye Hanım Latife Hanım’a yazdığı bir mektupta Atatürk’e olan hayranlığını dile getirirken, “Mustafa Kemal Paşa Hazretleri” hitabını kullanmış Atatürk’ü Doğu ve Batı’daki bilginlerden daha üst bir seviyede gördüğünü belirtmiş, “Mustafa Kemal rabbin bir mucizesidir,” demiştir. 

 

Yrd. Doç. Dr. Şahika Karaca, bu mektubu şöyle aktarmıştır: “Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine “dâhi” demek kafi değildir. Dünyanın dört bir yanındaki dâhiler topluluğunda, onlardan önce ve sonra, Doğu ve Batı’da gelen bütün dâhiler de tetkik ve mütalaadan geçirilince bunların her biri halaskârımıza misal olamaz, o yüksekliğe varamaz.” Edebiyat alanındaki eserlerinin yanı sıra felsefe alanında da eserler veren Fatma Aliye Hanım, “Teracim-i Ahval-i Felasife” adlı eserinde felsefenin önemi üzerinde durmuştur. 

Burada, “Felsefe ve Etik”, “Çağın Olayları Arasında”, “İnsan Hakları Kavramları ve Sorunları” adlı eserlerini severek okuduğum ve pekçok söyleşisini büyük bir ilgiyle takip ettiğim Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nün eski başkanı ve Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu’nun ilk kadın yönetim kurulu üyesi Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’nin, Doç. Dr. Zeynep Direk ile bir söyleşisindeki sözlerine yer vermek yerinde olacaktır. 

Prof. Dr. İoanna Kuçuradi

“... Türkiye’de çok önemli görevlerde kadınlar var, biliyorsunuz. Mesela, üniversitelerde idari görevlerde olan kadınlar şu anda oran olarak Almanya’dan, Amerika’dan daha fazla ve herkes şaşırıyor buna. Buna karşılık okur-yazar olmayan kaç milyon kadınımız var, o da ayrı bir sorun. Türkiye, zıtlıklar ülkesidir ve bir bakımdan da zıtlık var bu konuda.”

Kendisi bir röportajda “İnsanlığın varoluşundan bu yana kadının hep ikinci planda, erkeğin gölgesinde kaldığını hatta bilim, sanat, felsefe gibi alanlarda da var olmasının önüne geçildiğini görüyoruz Sizin de kadın olmaktan ötürü yolunuza engeller çıktı mı?” sorusuna şöyle cevap verir: “Önemli bir engelin çıktığını hatırlamıyorum. Ne var ki, ben de kendimi her şeyden önce kadın olarak görmüyorum. Kamu ilişkilerimde, karşımdakinin kadın ya da erkek olması benim için bir fark yaratmıyor. Ama kadınlara, bütün dünyada, farklı derecelerde de olsa, yapılan ayırımcı muameleyi görmüyor değilim. Her türlü ayırımcılığa karşı evde ve okulda savaşırsak –yani başta biz yapmazsak–, kadın-erkek ayırımcılığı da azalır, diye düşünüyorum.”

Eğitim çok küçük yaşlardan itibaren aile, okul, sosyal çevre gibi zaman içinde sınırlarını genişleten, kadın-erkek akademik eğitim başarı oranı yükseldikçe gelişen ve teorik bilginin pratiğe dökülebildiği ölçüde insanlığa katkı sağlayarak yaşantımızı değiştir. Bunun için de, bilgi ve bilginin kullanımı etik davranış ile desteklendiğinde, toplumsal cinsiyet eşitliği çerçevesinde değerlendirildiğinde katbekat olumlu sonuçlar vermektedir. Bu konuda İoanna Kuçuradi şöyle der: “...Üniversitede ve böyle yerlerde kadınların oranı yüksek ama orada da bir savaş verildi ve daha çok erkeklerin desteğiyle oldu bu. Hatırlıyorum, 1950’lerin sonu 60’ların başında yeni asistan olmuştum, benim hocam dekandı o sıralar, iki doçent kadın profesör olacaktı, hocanın özel çaba sarf ettiğini gözlerimle gördüm ve çok değerli iki bilim kadınımız profesör oldu.” 

Akademik ortam da her ne kadar zorlu yollar olsa da,  disiplinlerarası destekle Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları son yıllarda çoğalmakta ve çok değerli hocalarımız yeni akademisyenlere ışık olmaktadır. Edebiyat, Felsefe ve Sosyoloji alanları gün geçtikçe kadınlara yönelik çalışmalarda bir araya gelmede, bu çerçevede daha bilinçli ve duyarlı bireylerden oluşan bir toplum yaratmak için değerli çalışmalar ortaya konmaktadır. 

Burada, İzmir’li bir kadın sosyolog, bir Aydınlanma kadını olan Mübeccel Kıray’ın hayatı ve çalışmalarına yer vermekte fayda vardır. 21 Şubat 1923 tarihinde Belik soyadıyla dünyaya gelen Girit göçmeni bir ailenin kızı olan Mübeccel Kıray, Cumhuriyetin ilk Fakültesi olan Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi’nde Behice Boran’ın da öğrencisidir ve hakkında en çok yazı yazılan, Türkiye’de sosyolojinin kurumsallaşmasında büyük katlıları olan sosyologlarımızdandır. 1944 yılında DTCF Sosyoloji bölümünde mezun olur ve sonrasında o dönemin lisansüstü eğitim düzeni çerçevesinde hemen doktora eğitimine başlayan Mübeccel Belik, 1945 yaz sonunda doktora eğitimini tamamlar. 1946 yılının başlarında Behice Boran’ın akademik desteğiyle ABD’ye gitmiş, 1946’da Ankara Üniversitesi’nden antropoloji doktora derecesi almıştır. 1960 yılında doçentlik tezi kabul edilmiştir.1961 yılında ODTÜ Sosyal İlimler Bölümü’nde Sosyolojiye Giriş dersleri vermeye başlamıştır. 

Prof. Dr. Nilgün Çelebi’nin bildirisinde ifade edildiği üzere, 1961 yılının yazında Devlet Planlama Teşkilatı, demir çelik tesisleri kurulmadan hemen önceki Ereğli’nin sosyal yapısını tespit eden bir araştırma yapmasına maddi destek vermiştir. Ünlü Ereğli kitabı bu araştırmanın raporu olarak hazırlanmıştır. Kıray İmar İskân Bakanlığı desteği ile Söke ve çevresinde turizme ilişkin tavır alışlar üzerine bir araştırma yapmıştır. Araştırma raporu kitap olarak yayımlansa da bakanlık bu kitapları bodrumuna koymuş ve bir daha da gün yüzüne çıkarmamıştır.

Mübeccel Kıray 1960’lar Ankarası’nın en renkli “entelektüel ilgiye dayalı etkileşim ve ilişki ağı”nın merkezi figürü olmuştur. 1965 yılında ODTÜ’de Sosyoloji bölüm başkanı 1966 yılında profesör olan Kıray, 1967-68 ders yılında London School of Economics’de konuk öğretim üyesi olarak bilimsel incelemelerde bulunmuş, konferanslar vermiştir. Bu dönemde, Türkiye’deki sosyoloji araştırmaları için örnek bir çalışmayı “Örgütleşemeyen Kent: İzmir’i yayımlar. 1973 yılında emekli olan Mübeccel Kıray, İngiltere LSE’de de incelemeler yapmış ve dersler vermiştir. ODTÜ’den Mustafa Parlar Ödülü, Anadolu Üniversitesi’nden Onursal Doktor Unvanı, Aydınlanma Kadınları ödülü almıştır. 1994 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’ne Şeref Üyesi olarak seçilen Mübeccel Kıray, 7 Kasım 2007’de ölmüştür.

Kanımca, bir toplumda kadın haklarının korunması ve Toplumsal Cinsiyet eşitliğinin sürdürülebilmesi için ve tüm insanlık adına daha barışçıl bir ortamda üretebilmek için gerek edebiyat, tarih ve felsefe gerekse sosyolojik çalışmaların gittikçe önem kazandığı akademik ortamda kadınlara daha çok yer verilmelidir. 

Üniversiteye girdiğim ilk yıllardan beri sadece kendi bölümüm değil, bilginin devinimine inandığımdan, birçok bölümde değerli hocalarımla tanışma imkânı buldum. Ancak çok önemli bir gerçeğe de şahit oldum ve olmaktayım. Ataerkil zihniyet günümüzde halen bazı yerlerde etkisini göstermekte ve akademik ortamda ya da iş ortamında verimli çalışmalar sunmak isteyen kadınların önüne ağır engeller çıkmakta, kadın oluşu sebebiyle haksızlıklara uğramaktadır. Burada isimlerden ziyade, ataerkil davranışın temelinde yatan sebebe değinmek isterim. Öncelikle, toplumdaki önyargıları yıkmak gerekmektedir. Bu önyargılardan biri de, eskiye oranla azalsa da halen gelişmemiş, az gelişmiş ya da gerilemekte olan toplumlarda “Feminizm”in “erkek düşmanlığı” olduğu algısıdır. Öncelikle bu algı tamamen yok edilmelidir. 

Feminizm, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmakla birlikte, erkeğin toplum tarafından eril söylemlerle, savaştan korkmamasını gerektiren, eğer dayak yerse “kadın” konumuna düştürerek onurunu zedeleyen, bir insan olarak hassas olmasını yasaklayan patriarkal sistemin erkeğin üzerindeki eril baskıya da karşı çıkmaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hâkim olduğu toplumlarda “Kadının kısıtlanması” demek, toplumun çürümesi, yıkılması, yok olmasına sebep olmaktadır.  Bu sebeple gerek küresel anlamda, gerekse Türkiye’de eşitlik ve özgürlüğü temel alan Feminizm her şeye rağmen topluma ışık olmaya devam edecektir. Feminizm, sadece bir –“izm” değil, aynı zamanda bir farkındalıktır. Bu değerli farkındalık, öncelikle ailede başlar, sosyal çevrede gelişir ve etrafını etkiler. Kadın ve erkeğin toplumdaki konumu ve cinsiyet rolleri, birbirine bakışı ve algısı, bir toplumun gelişmişlik düzeyini etkiler. Dolayısıyla kadın ve erkeğin cinsiyet rolleri, kimlik ve benlik algısı günümüzdeki pek çok olumlu-olumsuz olayı derinden etkilemektedir. Çocuk yaşta, anne baba ve bakıcıların rol modelliğiyle edinilmeye başlayan cinsiyet rollerindeki algı, ilerleyen dönemlerde yaşanacakların da habercisidir.

Ankara Üniversitesi Psikoloji Bölümü’den Prof. Dr. Zehra Dökmen’in aktarımıyla; kendisi de bir psikanalist olan Chodorow,  kadın ve erkeğin cinsiyet rolleri kazandıkları farklılaşma sürecini, anneden ayrılma-bireyleşme-bağımsız olma” bağlamında inceleyerek yeniden ele alır. Chodorow’a göre farklılaşma çocuğun ilk bakıcısı olan anneyle ilişkilerinde olur. Çocukta farklılaşma, annesinin kendisinden farklı olduğunu, kendisi olmadığını algılamasıyla başlar. Annesinin kendisi olmadığını algılaması, çocuğun dünyanın diğer bölümünden ayrı olarak kendinin farkına varması anlamına da gelir:  “Kız çocuklarının cinsiyet kimliklerinin kabulünde karşılaşacakları en önemli güçlük, anneye benzememek çabasından ziyade, toplum içinde zayıf konumda olan kadın ve anne figürüyle özdeşimden kaynaklanabilir; çünkü annelik ve kadınsılık önemli ama değersiz bulunur; annenin kendisi de genellikle toplumsal ve kültürel değeri ve gücü (daha doğru bir deyişle, değersizliği ve güçsüzlüğü) nedeniyle bir çatışma yaşar. Toplum içinde güçlü ve baskın konumda olan erkek, bu gücünü gelişimsel çatışmaların bastırmak için kullanarak, erkeksiliği “insan olma” ile eşdeğerde tanımlar ve kadını da erkek olmayan şeklinde betimler.” 

Türkiye’de kadınlar günü, anneler günü birer günlük kutlama/anma eyleminden ziyade fikir gelişimine hizmet eden “ üst düzeyde birbirimizi anlama” sanatına dönüşen bir eylem olmalıdır. Türkiye’de 1980 sonrası yükselen feminizm ise orta sınıf olmakla eleştirilmiştir. Feminist hareketin bağımsızlığı ise en çok tartışılan konulardan biri haline gelmiştir. Aksu Bora, Feminizm Kendi Arasında adlı kitabında Feminist hareketin kampanyalar ve bilinç yükseltme çalışmalarıyla ortak bir “kadınlık bilinci” yaratmaya çalışırken, “biz kadınlar” ortaklığına vurgu yapar. Ancak önemli bir noktayı da es geçmemek gerekir: “Feministler, 1989 yılında ‘biz kadınlar...’ dediklerinde, bütün kadınları kapsayacak genişlikte bir ortaklığı varsaymışlardı. Okumuş yazmış, iş güç sahibi kadınların da pekâlâ dayak yiyebildiklerini söylemek, bu ortaklığı vurgulamak anlamına geliyordu. 

Aksu Bora

Yazının devamı