Bursa’dan Fethiye’ye İki Günde Giderdik

Sene 1960’lar... Bursa’dan otobüse sabah biniyoruz, akşam İzmir’deyiz. Geceyi ya İzmirli akrabalarımızda ya da duruma göre otelde geçiriyoruz, çünkü ertesi sabah erkenden Fethiye otobüsüne bineceğiz.  

Yazar: Nurdan Çakır Tezgin
 
Muğla’nın yeşili bozkırdır geçmişi 

Sene 1960’lar... Bursa’dan otobüse sabah biniyoruz, akşam İzmir’deyiz. Geceyi ya İzmirli akrabalarımızda ya da duruma göre otelde geçiriyoruz, çünkü ertesi sabah erkenden Fethiye otobüsüne bineceğiz. Eskiden Bursa’dan Fethiye’ye iki günde giderdik!

O yıllarda Bursa İzmir arası 9 – 10 saat sürüyordu. İzmir – Fethiye arası da 12 saati buluyordu. Nihayetinde Bursa Fethiye yolculuğunu iki günde ancak tamamlayabiliyorduk. Çocukluğum bu uzun yolu her yıl kat etmekle geçti. Yaz tatili olunca bir aylığına gidilirdi memlekete! 

Memleket? Gurbet kızı annem “Memlekete gideceğiz” dedi mi Fethiye’nin "memleket” olduğunu bilirdik.

Babam bindirirdi bizi otobüse, o çalıştığı için bizimle gelemezdi. Bir sürü bavul ve koli olurdu bagajımız. Çocuk aklımla Bursa’yı Fethiye’ye taşıyoruz sanırdım. Kilolarca Bursa havlusunu, Sümerbank poplininden elbiselik kumaşları, peştamalı, bornozu, ipek keseyi, bakır hamam tasına varıncaya bir yığın hediyeyi götürürdük Fethiye’ye. Babam, meşhur Bursa ekmek bıçaklarından ve çakılarından da alırdı bıçakçılar çarşısından, annem de bu hediyelik bıçakları kaza bela olmasın diye havluların arasına dikkatlice sarardı. Lokum, çerez ve kestane şekeri faslı da ayrıydı tabi. Diyorum ya dünyayı götürürdük dedemlere giderken. Gurbetliğin gözü yoldadır derdi annem. 

Yol çok uzun gelirdi bana. Kardeşlerim küçük olduğundan çoğunlukla uyurlardı, ben de meraklı gözlerle otobüsün penceresinden kâh gündüzün kâh gecenin masallarını düşlerdim geçtiğimiz diyarlardan… Annemin her dönemeçteki heyecanına ben de yenik düşer onunla ezberlerdim memleket yollarını. Önce Balıkesir’de Susurluk ayranı içilirdi, köpüklü ayran satıcısı otobüsün içine girince hepimizin gözleri fal taşı gibi açılırdı. Sonra Sındırgı, az sonra Manisa, oh çok şükür İzmir’e varırdık… O zamanlar Sındırgı Sabuncubeli virajlarını içine alan eski yoldan varılırdı İzmir’e. Hayırlısıyla o geceyi geçirdik mi yarına Allah Kerim faslını dün gibi hatırlarım. 

İzmir koskoca şehir memleket hasretiyle yollara düşen bu gurbet kızı annemi ve biz yavrularını sımsıcak sarardı. Basmane’si, devasa fuarı, palmiye ağaçlarıyla, o zamanlar çok ağır kokan Bornova’sı, sıcak buharı tüten körfez deniziyle heyecanlı bir molaydı İzmir. O janjanlı faytonlarını, serin koruk sularını, çıtır gevreklerini, Cincibir gazozunu, limonatalarını nasıl unuturum… İzmir yarı memleketti annem için.  

Aynalı termosumuz vardı, yaz sıcağında o termos kurtarıcımızdı. Şimdiki gibi otobüslerde soğuk su verilmiyordu ki o zamanlar. Durduğumuz mola yerlerinden termosumuza taze soğuk su doldururdu annem. Otobüsümüz Aydın’a varıp hele de Çine’de yolcu alacaksa işte orada çöp şiş sevdası tutardı bizimkileri. Ben et yemediğim için o kısa çöp şiş etleri nasıl iştahla yediklerini anlayamazdım!
 
Aydın ile Muğla arasında tuhaf taş heykeller vardır. Heykel dediysem binyıllardır doğa koşullarıyla şekillenen devasa kayalardı. O kayalıklar ki, her geçişte binlerce masalın kahramanlarıdır benim için. Taş heykelli virajlı yollar midemi bulandırıp başımı döndürecek kadar uzun gelirdi bana. Aydın Muğla arası yeşile hasretti, kayaları güneşten parlayan dağlarla çorak bozkırdı. Hele o Muğla şehir merkezi yok mu, Allahım o yaz sıcağında nasıl da kupkuru ve sarı sıcaktı. Bir an önce ayrılmak isterdim oradan. Oysa otobüsümüz en uzun molayı Muğla’da verirdi. Muğla merkezi ve karayolu çevresi bozkır denecek kadar yeşile hasretti. Sonrasında Sakar Geçidi’ne gelip dağı dönerek inmeye başlayınca annemin gülleri açardı. Bak işte buradan Marmaris’e gidilir, şimdi Köyceğiz’e varacağız Ortaca, Dalaman ve nihayet Göcek Rampaları… Ay o Göcek rampalarının ağzı dili olsa da çocuk kalbimin pırpır edişini hatırlasa... 

Tozlu taşlı dağ virajlarından inerken uçurumun dibindeki tünelin çökmesi ve mühendislerin ölüm hikâyelerini dinleyerek yüreğimiz ağzımızda geçerdik o rampalardan. Artık ondan ötesi Fethiye idi zaten… 

Adeta elli küsur yıllık Hac yolculuğu gibiydi bu uzun memleket yolu. 

Ege’nin bir baştan bir başa yarım yüzyıla sığan değişiminin tanığı olarak, bugün en yeşil yerleşimin Muğla ve çevresi olacağı hiç aklıma gelmezdi.  O çevre ki, zararın neresinden dönülse kârdır düsturunu benimsemiş eski bazı yöneticilerin gayretiyle oluşan güzelliklerin cenneti şimdi. Geçen hafta geçtim Muğla’dan, doğasıyla içim açıldı, yeşile doydu gözlerim. Annem ile yaptığımız uzun yolculuklar düştü yüreğime gözlerim doldu. Yarım yüzyıllık bir tanıklığın hüznüydü bu.  

Çok güzel çalışan, yeşile saygı duyan orman bakanlıklarımız vardı eskiden. Altmışlı yıllarda ve yetmişli yılların başlarına kadar bozkır olan Muğla o dönemin Muğla Orman Bölge Müdürlüğü’nün yüce çabalarıyla yeşillendirildi. Kulağımıza çalınan yetmişli yıllarda Orman Bakanlığı’nca bölge ağaçlandırma seferberliği başlatılmıştı. Zaman içinde dağ taş ağaçlandırıldı. Seksenli yıllardan sonra aynı güzergâhlardan geçtikçe içimi sevinç kaplar oldu. O kıraç Muğla ve Aydın otoyolu çevresi giderek yeşillendi. Şimdilerde oralardan her geçişimde o eski Orman Genel Müdürlerine, orman işletmesinde çalışan o insanlara minnet duyuyorum. Aralarında ölenler vardır mutlaka ruhları ışık dolsun. Güney Ege’yi çok güzel ağaçlandırdılar. Ah bir de şimdilerde kesip yakanlar talan edenler olmasa!  

Şöyle bir gelenekten söz edilir; Bir nesil onarır, yeşertir, yoktan var eder. Ondan sonra gelen nesil mirasyedi gibi keser biçer kökten yok eder! 

Keşke bu söylem doğru olmasa... 
 

Görseller:

Yazara aittir, izinsiz kullanılamaz.