Varlık İçinde Yokluk: Doğa Tahribatı ve Açlık

Her ne kadar bıksak da, ders alsak da almasak da giderek ağırlaşan tehditlerin başında doğaya verdiğimiz tahribat, ikinci sıra da ise açlık geliyor.

Yazar: Dr. Mehmet Erhan Ekmen
 
Her yıl temmuz ayının ilk cumartesi günü, “Uluslararası Kooperatifçilik Günü” olarak kutlanır. Bu yıl 3 Temmuz tarihine gelen kooperatifçilik gününü kutlarken aklıma hep varlık içinde yokluk çektiğimiz geliyor.

İnsanlık var olduğu günden beri hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Bir yandan gıda ve su temin etmek, diğer yandan barınma ve korunma sağlamak zorundadır. Bunları yaparken doğanın verdiği nimetlerden faydalanır ama yine aynı doğanın verdiği zorluklarla da mücadelede etmek durumundadır. Doğal felaketler ve hastalıkların yanına bir de kendi elimizle başımıza dert ürettiğimiz savaşları ve çevre kirliliğini de eklersek, insanların dünya üzerinde karşılaştıkları zorlukları listelemiş oluruz. Bütün bu sıkıntılara karşısında, insanlık geliştirdiği teknoloji ile çok daha rahat bir yaşam sürmekte ve bütün bu sıkıntıların üstesinden gelmeyi çalışmaktadır. Bugüne kadar hayatta kaldığımız düşünülürse bu başarıdır ama bu durum sürdürülebilir değilse başarı sandığımız durum kendi sonumuzu getirdiğimiz hezimete dönüşebilir. Yani her an bizi yok edebilecek küresel ısınma, çevre tahribatı ve daralan tarım alanları nedeniyle zaten gelecek açısından ciddi bir tehditlerle karşı karşıya olduğumuzu unutmamalıyız. Bunun üzerine randevusuz her an olabilecek deprem, sel, yangın ve ölümcül salgın hastalıkları da eklediğimizde riskler giderek artıyor. Peki hepsi bu kadar mı?

Örneğin son korona salgınını aşılar ile kısa sürede çözmüş olacağız. Salgın hastalıkta en büyük şansımız, hastalığın hayvanlardan, özellikle de gıda olarak ihtiyaç duyduğumuz hayvanlardan bize geçmiyor olmasıydı. Ya durum değişir Kovid-19 kendi içinde mutasyona uğrarsa ve deli dana, kuş gribi, kene gibi daha önce karşılaştığımız durumlara benzer gelişimler gösterirse ne yapacağız? Ya da bulunduğumuz coğrafyada sürekli politik gerilimler, hatta savaşların şiddeti artarsa ve büyük çatışmalara hatta bölgesel savaşlara dönerse ne olacak?

Hastalık bitse bile etkileri daha uzun yıllar konuşulacak. Şimdiden sağlıktan daha çok gelecekteki ekonomi ve idari düzenlemeler ile ilgili konular daha çok konuşuluyor. Her sektörden uzmanlar söylenebilecek bütün doğruları anlatılar. Artık birbirinin tekrarı haline gelen bu konuşmaları her gün duymaktan belki de bıktık. Ama ortada bir gerçek var. Her ne kadar bıksak da yıllardır kulak tıkadığımız uyarılar her defasında tekrar karşımıza geliyor. Bu uyarılardan ders alsak da almasak da giderek ağırlaşan tehditlerin başında doğaya verdiğimiz tahribat, ikinci sıra da ise açlık geliyor.

Maalesef dünya üzerinde bulunan tüm kaynakları sanki yarın yokmuş gibi sömürüyoruz. Lafa gelince mangalda kül bırakmıyor ama sömürmeye devam ediyoruz. Bu durum daha ne kadar devam eder sorusuna verilen kesin cevap fazla vaktimiz kalmadığı şeklinde olsa da, uygulamada değişen bir şey olmadığını görüyoruz. Burada cevaplanması gereken kritik bir soru var. Dünyada ihtiyacımız olan her şeyi bu hızla tükettiğimizde yaklaşan son dünyanın mı, yoksa sadece insanlığın mı olur? Son salgın döneminde eve kapanıp, kirletmeyi yavaşlatınca gördük ki doğa hızla kendini topluyor ve biz olmasak da Dünya dönmeye devam ediyor. Demek ki hiç birimizin kazanamayacağı bir yolda gidiyoruz ve asıl haksızlığı kendimize yapıyoruz. 

Geleceğimiz için diğer tehdit ise; aslında insanlık ayıbı olan açlık. İnsanlık, yüzyılda bir küresel büyük felaketlerle ve sıklıkla bölgesel afetlerle karşılaşıyor. Kimi zaman savaşlar, bazen doğal felaketler, bazen de şu anda olduğu gibi salgın hastalıklarla boğuşuyor. Hangisi olursa olsun, ağır kayıplar verilen bütün bu musibetler sonunda hep aynı şeyi yaşıyor. Mutlaka bir dönem açlık oluyor. Ama sonra her şey yine kısa sürede unutuluyor. Millet olarak bizler bile; “Allah açlıkla imtihan etmesin” desek de bunu unutuyoruz.

Aslında insanlık bu görmezden gelişi çok uzun süredir yapıyor ve yaşadıklarından ders almıyor. Örneğin, 200 yıl önce Malthus adlı iktisatçı, artan nüfusun mevcut tarım üretimiyle doyurulamayacağını ve açlığa bağlı büyük sorunlar yaşanacağını söylemişti. Geçen süre sonunda geldiğimiz noktada dünyadaki her 8 kişiden 1’i açlıktan ölüyor, 2’si yeterli gıdaya ulaşamıyor ve diğer 3’ü ise ailesine gıda götürebilmek için köle gibi çalışıyor. Üstelik çok övündüğümüz uzay teknolojisi ile dünya nüfusundan daha fazlasına yetecek gıdayı üretebilmemize rağmen bu sıkıntıları yaşıyoruz. İşin enteresanı 8 kişiden kalan 1’i ise obezite sorunlarıyla boğuşuyor. Burada cevaplanması gereken başka bir kritik bir soru daha karşımıza çıkıyor. Haksızlığa uğrayanlar sadece aç kalanlar ya da düşük gelirliler mi? Bu tüketim bu şekilde sürmeye devam ederse, bugün refah içinde olduğunu sananlar sonunda kendi geleceklerini de yok etmiş olmayacaklar mı? Cevabı şimdiden yaşamaya başladık bile. Gıda dağılımındaki adaletsizliğe, gelir dağılımındaki eşitsizlik eklenince kaybedecek bir şeyi olmayanlar ve onların tehdidiyle korku içinde yaşayanlardan oluşan mutsuz bir dünyada yaşıyoruz. 

Kısacası; bize her şeyi sağlayan dünyada, varlık içinde yokluk çekiyoruz. 

Biraz aklı ve vicdanı olanlar, özellikle de bilim insanları, son 50 yıldır uyarılarına devam ediyorlar. Onların baskısıyla başta Birleşmiş Milletler olmak üzere dünyanın önde gelen kuruluşları çözümler arıyorlar. Yeni bir milenyuma yani 1000 yıla girmeden önce bütün ülkelerin mutabakatı ile önce “Milenyum Hedefleri” ve devamında da “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” belirlendi. Çevre koruma, açlık, adil gelir/refah dağılımı gibi konulardan oluşan bu hedeflere ulaşma konusunda devletler yine gayet gevşek ve maddiyatçı yaklaşımlar sergilediler. Geçtiğimiz yıl, alışageldiğimiz felaketler silsilesine sadece bir yenisi daha eklendi. Yeryüzünde insanlardan önce var olan virüsler, tarih boyunca bizimle verdiği yaşam mücadelesinde kısa bir süre için yalnızca bir adım öne geçti. Başlangıçta hastalıkla mücadelenin yollarını ararken, insanların virüslere karşı verdikleri savaşı yine kazanacaklarını anlayınca, hastalık sonrasında bizi nasıl bir dünyanın beklediğini tartışmaya, yeniden “Yeni Dünya Düzeni” hakkında konuşmaya başladılar. Uzmanların çoğu; artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, kısa sürede radikal değişimlerin yaşanacağı konusunda hem fikirler. Hatta totaliter rejimlerin gelebileceği bile iddia edenler var. 

Sonuçta medeniyetin geleceğini, insanların sergileyecekleri tutum belirleyecek. Bakalım bu sefer doğa, ekonomi ve sosyal yaşam çerçevesinde karşılıklı dengelerin devamlılığını savunan sürdürülebilirlik ile ilgili tedbirlerin önemi fark edilebilecek mi? Yoksa yine her şeyi kısa sürede unutacak mıyız? Salgından sonra, yeni normallerden oluşan hayatta yaşadıklarımıza bakarak bu sefer neler olacağını göreceğiz. Dünyanın insanlara ihtiyacı yok, ama doğa karşısında zayıf olan insanların mutlaka dikkat etmeleri gereken kurallar var. Adil, paylaşımcı, birlikte çalışan bir anlayışla sömürmeden, israf etmeden üretmeyi ve yaşamayı başarmak zorundayız.

Peki, bu güzel hedeflere nasıl ulaşacağız? Geçmişte alınan kararlar niçin bugüne kadar hayata geçirilemedi. İlk anda hepimizin aklına ilgisizlik ve bilinçsizlik gelse de asıl sebep, oluşturulan eylem planlarının tam olarak uygulanamamasından kaynaklanıyor. Çünkü bu işleri takip etmek ve gerçekleştirmek ile görevli, organizasyonu üstlenebilecek, doğrudan sorumlu idari yapılar bulunmuyor. Son 50 yıldır gelişmiş ülkelerdeki örneklerinde gördüğümüz üzere, sahada hükümetlerden ve uluslararası kuruluşlardan bile daha iyi organizasyon yapabilen en yaygın yapı, kooperatifler olarak karşımıza çıkıyor. Birleşmiş Milletler tarafından da 2012 yılında daha iyi bir dünya oluşturabilmenin en ideal yolu olarak işaret edilen Kooperatifler birçok alanda önemli organizasyonlar gerçekleştirerek büyük sorumlulukları başarıyla yerine getiriyorlar. Son salgın sırasında dünyanın bir çok yerinde hükümetlerin yetersiz kaldığı yerlerde kooperatifler, devlet ile iş birliği yapmaktadırlar. Sağlık, eczacılık, bankacılık, finans, emek, tedarik ve tarım gibi konularda faaliyet gösteren kooperatifler, kendi tedarik imkanları ile önce ortaklarına sonra da çevrelerindeki halka maddi ve manevi desteklerde bulunmaktadırlar. Yardım kampanyaları oluşturmada, ulusal ya da uluslararası destek mekanizmalarını etkin kullanılmasında, yardımları doğrudan ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasında, sağlık ve korunma hizmetleri ile ilgili tedbirlerin kırsal alanda yaygınlaştırılmasında önemli hizmetler vermektedirler.
 
Herkes, her alanda kooperatiflerden faydalanabilir. Bu güne kadar çeşitli platformlarda çok önemli olduğunu iddia edilen bütün öneriler, kooperatif gibi güçlü ve pratik bir araç kullanarak hayata geçirilebilir. Varlık içinde yokluk çekmeye gerek yok. 
 

Görseller:

  1. University of Canterbury