Duygular - I

Freud'un da tespit ettiği gibi hazzı takip edip acıdan uzak durmaya programlayız. Duygularımızı ikiye bölüp bu ikilem üzerinden yaşıyoruz; istenen duygular ve istenmeyen duygular.

Yazar: Kerem Besim Durbin
 
Duygular hakkında işlevsiz, bizi dara sokan biçimlerde düşünmeyi alışkanlık haline getirmişiz:

Bazı duygularımız pozitif, bize haz veriyorlar. Sevinçli, neşeli, aşık, sevgi dolu, şaşkın, huzurlu, sakin, umutlu, gururlu hissetmek bize keyif veriyor, "iyi" hissettiriyor. Bu yüzden bunları hissetmek istiyoruz. Hayatımızda bunlardan daha çok olsun diye debelenip, bunların yokluğundan evham duyuyor, üzülüyoruz. Bazı duygularımız ise canımızı acıtıyor. Üzgün, kızgın, sıkışmış, kaygılı, suçlu, öfkeli, korkmuş, iğrenmiş, utanmış, kinli hissetmek bize zor geliyor, "kötü" hissettiriyor, istemiyoruz. Hepimiz deneyimimizden biliyoruz ki hiç canımız acısın istemiyoruz. Canımızı acıtan deneyimlerden uzak durmaya çalışıyoruz.

Freud'un da tespit ettiği gibi hazzı takip edip acıdan uzak durmaya programlayız. Duygularımızı ikiye bölüp bu ikilem üzerinden yaşıyoruz; istenen duygular ve istenmeyen duygular. Oysa duyguları istenen ve istenmeyen olarak ikiye bölmek onların harika doğalarını anlamaktan uzaklaştırıyor bizi. Duygular milyonlarca yılda evrimleşmiş, içgüdüleşmiş, bilgi-işleme mekanizmalarından başka bir şey değiller. İnanılmaz mekanizmalar ama özünde işlevleri bu. İçinde yaşadığımız karmaşık dünyada, anda bilinçli olarak fark etmemiz mümkün olmayacak derecede fazla olan bilgiyi işleyip kullanımımıza sunuyorlar. Biz ise onları kullanmak, ne ifade ettiklerini ve şu anda neden böyle hissettiğimizi anlamak, bize ne söylediklerine kulak kabartmak yerine onlara haz ilkesi çerçevesinde basitleştirerek yaklaşıyoruz. Belki böyle yapmaya programlıyız, yapmamak zor ama bu yapmak zorunda olduğumuz anlamına da gelmiyor.

Sizinle duygularımızın evrimleşmiş kökenlerine ışık tutabileceğini düşündüğüm bir deneyimimi paylaşmak istiyorum. 

Koronavirüsü hayatımızı bu kadar sıkıştırmadan önce arkadaşlarımla Gelibolu çevresinde bir kamp alanına gitmiştik. Nispeten boş bir gününe denk gelmiş olmalıyız ki denize yakın tarafta birkaç çadır ve kamp çalışanları hariç kimse yoktu. Biz de insanlardan uzakta olmak adına deniz kenarı yerine ormanın içinde bir yere çadır kurmayı tercih ettik. Herkesten uzakta olmasına rağmen kamp alanının güvenliğinin içinde bir yerde çadır kurduk. Gece olduğunda da etraftan topladığımız sayılı tahta parçası ve çalı çırpı ile ateş yaktık. Hava bizim hazırlandığımızdan çok daha soğuktu ve ormanı aleve vermeden nasıl yakacağımızı kestiremediğimiz kadar uzun tahtalarla, aletsiz bir şekilde başbaşa kalmıştık. Bir arkadaşım tahtaların ortasını alevin üzerine koyarak ve yakarak iki parçaya ayırmayı keşfederken diğer iki arkadaşım altına taş koydukları başka bir tahta parçasının iki ucuna çıkmış, destek almak için bir ağacın dalına tutunmuş, üzerinde zıplıyorlar, kırmaya uğraşıyorlardı. Maymuna benziyorlardı. Daha doğrusu mağara adamına ve benzeyen sadece onlar değil, hepimizdik. Bir ateşin başında toplanmış muhabbet edip ateşi seyrediyorduk. Evet, çadır denen plastik çuvallarda yatıyor ve mont denen başka plastik çuvallar giyiyorduk ama teknolojilerimiz (en basitinden bir baltamız) olmadan doğanın ortasında kaldığımızda milyonlarca yıl önceki atalarımızdan farklı hiçbir şey yapmıyorduk (1.8 milyon yıl önce dünyada yürüyen Homo erectusların dahi taş baltalara sahip olduğunu belirtmek isterim). 

Gecenin ilerleyen saatlerinde tuvalete gitmek için arkadaşlarımı ve ateşi arkamda bırakıp ormana yöneldim. Ateşe arkamı döndüğüm anda etrafın ne kadar karanlık olduğunu fark ettim, zifiri bir karanlık hakimdi dünyaya. Gözlerimin birazdan alışacağına güvenerek ateşin belirsizce aydınlattığı toprağa dikkatlice bakarak birkaç adım attım ve o birkaç adım içinde ateşin güvenli aydınlığının dışında buldum kendimi. Ne bastığım yeri görebiliyordum ne bastığım yerin hemen önündeki çalı çırpıyı. Hiçbir şey görmüyordum, nerede ne var bilmiyordum ve içimi tekinsiz bir his kaplamaya başladı. Kendimi karanlığın getirdiği bilinmezliğin korkusu ile başbaşa buldum. Korkuyordum ve çok korkuyordum. Kafamda kamp alanının haritası ile kendimi telkin etmeye çalıştım. Kısa bir yokuştan ve ağaçların arasından inip az ilerideki toprak yola ulaştıktan sonra yıpranmış basamaklardan inip benden öncekilerin ateş yakmak için düzenlediği toplanma alanına taş ve çalıların arasından geçip girecek, ağaçların gökyüzündeki yıldızları çerçevelediği boşlukta yakaladığım aydınlıkta işimi halledip geri dönecektim. 

Biliyordum, güvenli bir yerde idim. Kafamdaki çalılıklardan çıkan yırtıcı hayvan imgeleri gerçekle uyuşmuyordu, arkadaşlarım bir seslenme mesafesinde oturuyordu. Güvende idim, ve dehşet içinde idim. Adımlarımı küçük, temkinli ve yeri tartarak atıyor, kocaman olduğunu tahmin ettiğim göz bebeklerimle sürekli etrafı kolaçan ediyordum. Telkinlerim hiçbir işe yaramıyordu . Kafamdaki harita ne şekilde ve nereye doğru hareket edeceğim hakkında beni bilgilendiriyor olsa da duygularımı sakinleştirmek adına çok da işime yaramıyordu. Sadece yapmak istediğimi yapmama imkan veriyor, yapılabilir kılıyordu. Yapmak bana kalmıştı. Korkumla beraber yapmak.

Bir ömür gibi gelen bir süreden sonra yola inip çalıların içine acaba ne çıkacak diye bakar, bir yandan da yaşadığım dehşeti gülünç bularak halime tebessüm ederken atalarımın hallerini, duygularını yaşadığım/paylaştığım fikri birden kafama dank etti. Yaşadıklarımın evrimsel mirasımın bir parçası olduğunu, doğayı kontrol etmek ve güvenli kılmak adına inşa ettiğimiz medeniyetimizin arkasından milyarlarca yıllık evrimimden süzülüp gelmiş (yaşayan her canlı, siz ve ben dahil milyarlarca yıldır kesintisiz bir sıra halinde üremeyi başarmış atalarımızın ürünü. Milyarlarca yıldır, kesintisiz...) ve mağara adamı atalarımla belki de birebir paylaştığım biyolojik bir mekanizmanın içinde var olduğumu hissettim.

Duygulara anlam katmanın, anlamını keşfetmenin genelde yaptığı gibi korkuma anlam kazandırmak korkumu biraz hafifletti. Daha ferah ve emin adımlarla yoluma devam ettim ve sonunda iğne ucu güneşlerin altındaki boşluğa ulaştığımda bedenimin gevşediğini hissettim. Işıkla beraber karanlığın dehşet verici korkusu  da geride kaldı. 

İşimi halledip biraz yıldız seyrettikten sonra dönüş yoluna koyuldum. Bir kere deneyimlemiş ve anlamlandırmış olduğumdan olsa gerek korkum kendini hissettirse de arka planda bir yer edinmişti kendine. Bilmiyordum ki birazdan karanlığın varoluşsal dehşetinden bile şiddetli bir duygu ile dolacaktı içim. Önüme dikkat ederek biraz daha ilerledikten sonra girdiğim çalılardan yola geri çıktım ve kafamı kaldırdığımda ateşi gördüm.

Kalbimi, bedenimi dolduran çoşkuyu tarif etmek yaşadığım korkunun tarifinden ne yazık ki daha zor. Topu topu ateşti belki gördüğüm; sıradan ve sıkıcı ama o karanlığın içinde, güvensizliğin, yalnızlığın içinde sadece bir ateş değil birlik, güven, bağların sıcaklığı aynı zamanda kabilemdi. Bedenimin yükseldiğini, gözlerimin fal taşı gibi açıldığını, içimi bir neşe ve kahkaha atma istediğinin doldurduğunu hissettim. Aşk gibiydi, öylesine yüksek ve şiddetli. Koşmak istedim arkadaşlarıma ve ateşe doğru, takılıp düşmekten korktuğum için olsa gerek koşmadım ya da bu kadar çocuklaşmaya utandım kendi kendime de olsam. 

Yaşadığım dehşet ve çoşku inkar edilemez bir şekilde benim duygularımdı, ben yaşamıştım, benim biyolojimde vuku bulmuşlardı ama aynı zamanda değildi de. Benim o andaki gerçekliğimi yansıtmıyorlardı. Ne dehşet duymak mantıklı idi ne de basit bir ateşin görüntüsü ile yükselmek. Fakat mantıksız olması deneyimlememe engel değildi, genelde olmadığı gibi. Karanlığa yürümek bedenimi dehşet ile dolduruyordu çünkü bu korku ve yarattığı temkinli olma hali atalarımı ölümden korumuştu. O minik ateş coşkuyla dolduruyordu içimi. Belki ona doğru koşayım diye, belki dostlarımı kucaklayayıyım diye. 

Bilişsel kapasitemizi ve yetkinliğimizi, bizi insan yaptığına inandığımız mantıklı olma becerimizi fazla önemsiyor, bunu yaparken de genelde çok minik bir kısmının farkında olduğumuz evrimleşmiş biyolojik organizmalar/mekanizmalar olduğumuzu göz ardı ediyoruz. Biyolojimizin mantığımızdan çok daha fazlası olduğunu inkar ediyor, hatta mantıksız bulduğumuz deneyimlerimizden dolayı kendimizi kınıyoruz. Hazzın peşinden koşuyor, acıdan kaçıyor, deneyimlerimizi mantıksız bulup değersizleştiriyoruz. Durmuyoruz, hele bu post-modern dünyada hiç durup kendimize bakmıyoruz. Ben neden tam olarak şu anda korkuyorum, utanıyorum, çevremde neler oluyor da bu duyguları hissediyorum, bu duygularım bana ne söylemeye çalışıyor diye bakmıyoruz. Mantığımızı ve bilişsel kapasitemizi anlamak için değil, kendimizi yargılamak için kullanıyoruz. 

Oysa bütün temel duygularımız çevresel baskılara cevap olarak evrimsel kazanımlara ulaşma yolunda gelişmiş biyolojik anlam ve harekete geçme mekanizmaları. Korku dünyayı dolduran tehlikelerden bizi uzak tutmak, temkinli davranmamızı sağlamak için; öfke adeletsizlikler ve sınırlarımızın ihlali karşısında kendimizi savunabilmemiz için; mutluluk/neşe/sevinç/memnunluk bize yarar sağlayan deneyimleri tekrarlamamızı sağlamak adına ödül olmak için; üzüntü zorlandığımızı hissetmemiz ve birilerinin yanımızda olmasına ihtiyacımız olduğunu grup üyelerimize iletmek için, utanç bir “hata” yaptığımızda telafi etmemezi sağlamak ve hatamızın farkında olduğumuzu dolayısıyla affedilmeyi “hak ettiğimizi” grup üyelerimize göstermek için, iğrenme ise bize zarar verebilecek nesne ve hallerden uzak durmamız (örneğin çürümeye başlamış bir et parçası, ekşimiş süt, ya da kokan insanlar) için varlar. Hiçbir ama hiçbir duygumuz işlevsiz değiller , önemli olan o anda (veya sonrasında) hangi işlevi yerine getirdiklerini fark edebilmek. Kaçma ve kovalama hallerimizi bir kenara bırakmayı ve sadece deneyimlemeyi öğrenmek, duyguların ağırlıyla bizi başbaşa bırakacak olsa da daha az yorularak/sıkışarak yaşamayı öğrenmenin önemli adımlarındandır. 
 
Görseller:
  1. Gino Crescoli, Pixabay