Doğa Kadın Benzeşiminden Doğan bir Yeşil Kuram: Ekofeminizm

Erkek egemen dünyada doğa ve kadın sömürüsü insanlık tarihi boyunca var olan ve günümüzde de artan şiddetiyle devam etmekte olan bir olgudur.

Erkek egemen dünyada doğa ve kadın sömürüsü insanlık tarihi boyunca var olan ve günümüzde de artan şiddetiyle devam etmekte olan bir olgudur. Kadın ve doğanın yüzyıllardır aynı kaderi paylaşmasının arka yüzünü anlayabilmek için bu konuda kimler ne yapmış, hangi fikirleri üretmiş ya da savunmuş diye bir sorgulama yaptığımızda Platon ve Aristoteles’e kadar gitmek mümkündür. Düşünceleriyle bugüne de ışık tutan bu filozoflardan başlayarak modern devletin toplumsal sözleşme kuramcıları olan T. Hobbes, J. Locke ve J. J. Rousseau da dahil olmak üzere birçok düşünür, kadının toplumsal yeri açısından önemli bir fikir üretme gereği duymamıştır. Tüm bu süreçte kadınların ev işçisi ve çocuk bakıcısı olarak ikincilleştirildiğini görebiliriz.

Önce teokratik sonra mutlakiyetçi rejimlerin hakim olduğu dönemlerde kadın haklarına yönelik hiçbir yaklaşımda bulunulmamış, Rönesans zamanında da kadınlar yine görmezden gelinmiştir. 

Aklın ve bilimsel düşüncenin öne çıkarıldığı aydınlanma çağında da kadınlar pas geçilmiş ve farkına varamadıkları köleliklerinden kurtulamayan kadınlar, endüstriyel devrimde de ucuz iş gücüne dönüşmüşlerdir. Yaşanan tüm bu gerçeklere bakıldığında, geçmiş dönemlerden bugüne dek asimetrik bir cinsiyet ideolojisi yaratıldığını söylemek mümkündür. Kadını adeta toprakla eş tutan bakış açısı, ataerkil yapıyı besleyen ana enerji kaynağı olarak iş görmüştür.

Kadın hakları açısından 1789 Fransız devrimi önemli bir başlangıç olmuştur. Bu tarihten sonra kadın hareketlerinde gözle görülür kıpırdanmalar meydana gelmiştir. 1792 yılında feminizmin ilk temel ürünü ‘’Kadın Hakları Üzerine Bir Doğrulama/ A Vindification of Rights of Women ’’ adıyla Mary Wollstonecraft tarafından yazılmıştır. Bu eserde kadın ve erkeğin toplumdaki eşitsiz konumları eleştirilmiştir.  1848 yılı ise feminizm serüveninin kayıtlarına Fransa’da kadın haklarına yönelik sivil toplum örgütlerinin kurulduğu tarih olarak geçmiştir.

Esasen feminist hareketin küreselleşmesi 1950’lerden sonra kendini hissettirir. Dünyada feminist hareketlerin ivme kazanmasında önemli bir rol oynayan Simone de Beauvoir  İkinci Dünya Savaşının sona ermesini takip eden yıllarda yazdığı ‘’İkinci Cinsiyet/ The Second Sex” kitabıyla eko-feminizme giden yolda önemli bir kilometre taşı oluşturur. 

1974 yılına geldiğimizde ise ekofeminizm terimini ilk kez kullanarak, kadınlarla çevrecilik arasındaki kuramsal bağı ‘’Feminizm ya da Ölüm/ Feminism or Death’’ kitabında ortaya koyan ve kadınların ekolojik devrim yapma potansiyelini ortaya çıkaran kişi ise Sartre’dan çok etkilenmiş olan varoluşçu feministlerinden Françoise d’Eaubonne’dur.  

Çalkantılı bir dönem olan 70’lerde çevreci hareketler yükselirken, 80’lerde de yüksek öğrenim görmüş kadın sayısının artmasıyla birlikte cinsler arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmayı hedefleyen feminist düşüncenin yayılma hızı artmıştır. Bu tarihten sonra feminist söylem çevre sorunlarına çözüm arayan, ekolojiyi korumaya çalışanların ideolojisiyle entegre olarak ‘’eko feminizm’’ adı verilen bir yeşil kurama dönüşmüştür. Bu entegrasyondan doğan eko feminist hareket, klasik ekoloji hareketlerinden bir sapma olarak ekolojik sorunların kaynağını insanlarda değil de, erkeklerin yarattığı eril dünya görüşünde aramaktadır.

Bu bağlamda özellikle de Amerikalı çevreciler eko feminizme önemli katkılar da bulunmuşlar ve yeni bakış açıları kazandırmışlardır. Amerika’da 60 ve 70’lerde Rachel Carson, Lois Gibbs, Donella Madows, Almanya’da Petra Kelly, İngiltere’de ise ‘’Yerküre’deki Yaşam için Kadınlar Topluluğu/ Women for Life on Earth’’  faaliyetleri ile adeta çevreci ikonlara dönüşmüşlerdir. Çevreci biyolog yazar Rachel Carson 1962 yılında yayınlanan ‘’Sessiz Bahar/Silent Spring’’ başlıklı kitabında sistemli bir bilimsel çalışma ortaya koymuş, bu eserin dünyada yarattığı tartışmalar ise çevreci akımlara güçlü bir ivme kazandırmıştır. Bu sayede tüm insanların yararına olan DDT’nin yasaklanmasının yanı sıra havayı, toprağı, suyu kirleten etmenlere karşı yasalar çıkarılması da mümkün olmuştur.

Ekofeminist eylemlerin ilk örneği, şaşırtıcı bir şekilde teorisi Kuzey Amerika ve Avrupa’nın düşünsel mutfağında pişmesine rağmen, doğu’dan gelmiştir. 1970’lerde ağaçlarını ve doğasını korumaya çalışan Hintli köylü kadınların ağaçlara sarılma hareketi küresel düzeyde ilk eko feminist eylem örneği olmuştur. ‘’Chipko hareketi’’ olarak da bilinen ağaca sarılma sembolizminin tarihi 1730 ‘lu yıllara kadar gitmektedir.  Bu tarihte kralın adamlarının kutsal saydıkları ağaçları kesmelerine engel olmak için bir grup Hintli din adamı ağaçlara sarılır. O günden sonra bu eylem tüm dünyada çevreye duyarlı insanlar tarafından bir simge olarak kullanılır.  Bu doğrultuda dikkat çekici bir olay yine Hindistan’da meydana gelmiş,  Hintli çevreci ve küreselleşme karşıtı olan Vandana Shiva Hintli kadınları Chipko hareketine yönlendirerek küresel GDO şirketlerine karşı zafer kazanmalarını sağlamıştır.

Doğa mücadelesine simge olan bu efsanevi Chipko ruhunu; Sinop’un Gerze ilçesindeki termik santralin kurulmasını engelleyen, Soma’nın Yırca mahallesinde zeytin ağaçlarını korumaya çalışan ya da Rize’de HES’lere karşı duran köylü kadınlarda da görürüz.

Doğal yaşamın üzerinde gittikçe artan baskının temel nedeni, insanoğlunun kendini yeryüzünün efendisi sayma klişesidir. Bu egemen düşünce daha da ileri giderek doğa ve diğer canlılar üzerinden bir ‘’kullan-at’’ toplumu yaratmıştır. Bu kullan-at mantığı ile formatlanan tüketim toplumunun gezegene verdiği zararın geri dönülemez noktalara doğru gitmesi karşısında çevreci gruplar ve eko feministler aynı saflarda yer almışlardır.

 Endüstriyel devrim sonrasında ortaya çıkan yeni yaşam tarzı ve tüketim anlayışı sonucu evrilen toplum, doğayı kendisine hizmet eden sınırsız bir kaynak olarak görmeye başlamıştır. Kimsenin sahibi olmadığı ve herkesin yararlanabileceği temiz hava, denizler, ırmaklar, ormanlar, balıklar, göçmen kuşlar ve doğal yaşama ait olan her şeyin umarsızca sömürülüp, kirletilmesi şu an içinde bulunduğumuz küresel trajediyi yaratmıştır. 

Tüm dünyada artan nüfusa ve sanayileşmeye bağlı olarak azalan tarım alanları, düşen su düzeyleri, iklim değişiklikleri, daralan gıda arzı ise yine eko feminizm ideolojisinin yayılmasında etkili faktörler olmuştur. 

Bu olumsuz verilere bakarak gelişmekte olan bir dünyadan mı yoksa bozulmakta olan bir dünyadan mı söz ediyoruz? Ya da sorulması gereken soru şu olabilir mi? ABD’li siyaset ve işadamı Al Gore ‘un  ‘’Uygunsuz Gerçek’’ belgeselinde vurguladığı gibi gezegenin kurtuluşunda dünya kaynaklarının büyük kısmını tüketen devletlerin politikalarını mı yoksa insanlık ve doğayı korumayı mı seçeceğiz? Bu anlamda insanların siyasi tercihlerini yaparken seçmek istediği partinin ekonomi politikalarının yanı sıra çevre, gıda ve tarım politikalarını da sorgulaması gerekmiyor mu?

Doğurgan, üretken yapısından esinlenerek doğayla kadını eş tutan paradigma, eko feminizm hareketiyle kırsal hayatın içinde bir ‘’Direnen /  Koruyan Kadın’’ imajı yaratmıştır.  Şüphesiz bu imajı besleyen, ayakta tutan yaşam destek sistemleri olmalıdır.  İster ekofeminizm ideolojisi ister chipko eylemi, adı ne olursa olsun içinde doğa ve kadını özgür bırakma fikri barındıran ve destek olan her hareket gezegeni korumaya çalışan duyarlı insanlar için umut ışığı olmaya devam etmektedir.

Kaynaklar 

Brown.R.L. 2006. Dünyayı nasıl tükettik? Türkiye iş Bankası Kültür yayınları 230 sayfa.

Ekofeminizm.  Wikipedia.org/wiki/ (erişim yılı 2015)

Feminizm ve Ekoloji . www.cumhuriyet.com.tr/haber/(erişim yılı 2015)

Üzel, E. 2006.Feminizm ve doğa ekseninde ekofeminizm. Ankara Üniv. Sosyal bilimler Üniv. (Ankara Yük. Lisans tezi), 228 sayfa.