“Festina Lente”

Yazar : Ayhan CÖNER
Konu : Felsefe

“Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır”. Eğitim, amacı olan bir yaşamın olmazsa olmazıdır.

“Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır”. Eğitim, amacı olan bir yaşamın olmazsa olmazıdır. Eğitim ile ilgili olan en güzel şey onu kimsenin sizden alamayacağıdır. Albert Einstein “Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değildir, düşünmek için aklın eğitilmesidir” demiştir. Eğitilen akıl, hikmet ile birleşerek düşünceler yazıya döküldüğünde ölümsüz eserler ortaya çıkar. Okur-yazarım demek, bu iki eylemi tam manasıyla yerine getirmek demek değildir. Kendimizi şu anda bulunduğumuz ortamın yüksek amaçlarını anlamaya ve bunlara ulaşmaya adamak için sürekli okumak ve yazmak  en iyi yöntemlerden ikisidir. Bu şekilde bulunduğumuz boyutun ötesindeki bilinmeyen hakkında da biraz olsun yorum yapmaya başlarız. İnsanoğlu sırasıyla emeklemeyi, yürümeyi ve koşmayı, yani sürat kazanmayı öğrenir. Ancak kazanılan bu hız asla zamanı kısaltamaz. Sadece bir işi yapmamız için gereken bir sürenin daha altında o işi gerçekleştirebilmemizi sağlar. Farklı mesafelerde koşucuların kırdığı rekorlar, iki nokta arasında daha süratli giden araba, tren ve uçaklar buna iyi birer örnektir.  Meslek sahibi olduktan sonra ise yaşam süratimiz pek yavaşlamaz. Hatta bir çoğumuz kendimizi işlere yetişemez duruma sokarız. Bu durum da amacımızı bile bizlere unutturabilir. Tam da bu noktada, yeri geldiğinde yavaşlamayı belki de  bir süre durabilmeyi bilmek gerekir. 

 

 

Festina Lente”, <yavaşça acele et> olarak tercüme edebileceğimiz felsefeden sanata ve bir çok bilim dalına kadar kullanılan oksimoron bir terimdir.

 

Bu deyiş aslında klasik Latin edebiyatında geçmez. Kaynak taraması yaptığımızda, bu deyişin en eski kaynağı olarak Erasmus, Adagia II, 1, 1’e ulaşırız. Erasmus “festina lente”ye özel bir yer ayırıyor ve deyişin yanında Yunancasını da veriyor: σπεῦδε βραδέως (speude bradeos). Latin edebiyatında bu Yunanca deyiş üç ayrı yerde geçiyor:

-Suetonius, Life of Augustus 2.25.4

-Aulus Gellius, Noctes Atticae 10.11.5

-Macrobius, Saturnalia 6.8.9

Üç yazarın da aktardığına göre bu Yunanca deyiş, Augustus’un en sevdiği deyişlerden biridir. Aulus Gellius ile Macrobius’un kendi eserlerinde belirttiğine göre, Augustus gerek konuşmalarında gerekse yazılarında bu deyişi tekrarlarmış. Suetonius ise kendi metninde deyişin devamı olarak da görülebilecek başka bir deyişi alıntılıyor: ἀσϕαλὴς γáρ ἐστ᾽ ἀμείνων ἢ θρασὺς στρατηλάτης. Kabaca “çünkü komutanın güvende olması atak/aceleci olmasından daha iyidir.” İkisini birleştirdiğimizde, şöyle bir tek deyişe ulaşabiliriz: “Yavaş yavaş acele et: komutanın güvende olması atak/aceleci olmasından daha iyidir.”

 

Ardından Suetonius bir cümle daha paylaşıyor ama bu sefer Latince: “sat celeriter fieri quidquid fiat satis bene.” Bu da “yeterince iyi bir şekilde olan bir şey yeterince hızlı bir şekilde olmuştur” şeklinde Türkçeleştirilebilir. Görüldüğü üzere, bu da önceki Yunanca deyiş(ler)le aynı mesajı veriyor. Sonra Suetonius, Augustus’un her zaman şunu dediğini de aktarıyor: “Kazanma umudu kaybetme korkusundan apaçık şekilde daha büyük görünmedikçe, hiçbir şekilde bir savaş ya da muharebe başlatılmamalıdır.”

 

 

Klasik Yunan döneminde Festina Lente sloganı, çoğunlukla ifadenin paradoksal doğasını göstermeyi amaçlayan bir imgeye eşlik eder. Antik Roma sikkelerinde (Deonna) tasvir edilir. Rönesans döneminde, festina lente amblemleri çeşitli bireyleri ve aileleri temsil eden sembolik işaretler olarak kullanılmıştır. Bu bağlamda, meslek loncalarının amblemlerini de tanımlarlar.

 

 

Rönesans döneminin en önemli matbacılarından biri olan hümanist eğitmen Aldus Manutius, basımevinin işareti olarak bir çapanın etrafına dolanmış bir yunusu festina lente sembolü olarak kullanmıştı. Bu sembolün çağın diğer yayıncıları tarafından yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandığı ve bugün hâlâ yayınevi Doubleday tarafından da kullanılmakta olduğu bilinmektedir. 

 

 

 

O zamanın önemli bir hümanisti olan Paolo Giovio, 1574 tarihli Amino delle imprese isimli kitabında festina lente sembolünün bir başka örneğini, bir yengeç ve kelebeğin görüntüsü olarak kullanmıştır. 

 

Keza 1549 Lyon basımı Eski Ahit’te de aynı sembolün kullanıldığını görüyoruz.

 

Bu sembol orijinal olarak ise İmparator Augustus César tarafınca kullanılmış ve o dönemde para olarak basılmıştır. İşin ilginç tarafı Roma'nın Cumhuriyet geleneklerine göre, o dönemde bir triumvir monetalis yani darphane sahibi tarafından basılan madeni paralar, ataların, soylu ailelerin, mitolojik kökenlerin ya da kendi ailesinin finanse ettiği bir anıtın önemini vurgulayacak şekilde semboller göstermesi gerekirken, bu motif César’ın bastırdığı bu parada karşımıza farklı bir sürpriz olarak çıkar. 

 

1559 senesinde ünlü İtalyan amblemci Gabriele Simeoni ise kelebeğin öfkeyi ve tahammülsüzlüğü hızlı bir şekilde harekete geçirdiğini, yengeçin ise yavaşlığı, akıl yürütme ve dönüşümü sembolize edebileceğini öne sürdü. Bu iki karşıt türün yan yana olması, imparatorun her durumda ılımlı ve rasyonel kalması gerektiğine dikkat çekiyordu. Müteyakkız terimi belki de tam bu durumu tarif etmektedir. 

 

 

15 yy. dan 18.yy’a kadar önce Floransa ve sonrasında Toskana’da hüküm süren, 4 Papa çıkaran banker Medici ailesi ise Festina Lente imgesini bir kaplumbağanın sırtına bağlı bir yelkenle birlikte kullandı. Bu amblem Floransa'nın çeşitli yerlerinde, Laurentian Kütüphanesi'ndeki vitray pencerelerde, Palazzo Vecchio'daki dekoratif taş ve ahşap işlerinde ve Boboli Bahçeleri'ndeki heykeller de dahil olmak üzere Medici’lerin yaptırmış olduğu bir çok yer ve sanat eserinde görülebilir.

 

 

Festina Lente hakkında bu kısa girişteki gibi,  yaşamımızda her bilge tarafınca hesaba katılması gereken sorumluluk ve sınırlamalara sahip olduğumuz gerçeğinin bizlere çeşitli simgelerle anlatılmış olduğunu görürüz. Çevremizde saygı duyduğumuz ve önem verdiğimiz kişilere bir takım taahhütler vererek başladığımız işlerden geri dönüş olmadığını veya hemen bir sonraki işe bakmaksızın herhangi bir şekilde aceleyle ileriye doğru atılmamak gerektiğini ancak tecrübe ettiğimizde idrak ederiz. 

 

 

 

Bu durum bizlere yine son derece önemli iki kavramı açar.

Dharma ve karma

Dharma hakkında kelimeyi duymuş ancak henüz araştırma yapmaya fırsatı olmamış olanlar için kısaca şöyle bir açıklama yapabiliriz: Sanskritçede “Dhar” ve “dhri” Sözcüklerinden türetilmiş olup doğu mistisizminde farklı anlamlarda kullanılan ancak ortak anlamda kabaca kanun ve yol anlamına gelen bir terimdir. Daha geniş bir tanımlama yapacak olursak Budist felsefede yüksek hakikatlere götüren yol demektir. Bu meyanda Dharma’nın mana ve muhtevası çok derindir. Küçük bir örnek vermek gerekirse; “Nerede ateş varsa orada ısı ve ışık vardır. O halde ısı ve ışık; ateşin dharmasıdır”. Keza suya baktığımızda suyun kendisinde olan bir akışkanlık vardır ve su bu akışkanlığını değiştirmez çünkü bu onun içsel, deruni, batıni özelliğidir.

 

Dharma aracılığıyla sahip olduğumuz güçlerin kullanımı, yaşamımızdaki görevlerimizde bu güçlerin bizi bunları gerçekleştirmeye yeterli ve hazır hale getirdiğini söyleyebiliriz. Zira Dharma’nın içinde büyüme, evrim nihayetinde tekamül vardır. Bu da bizleri yaşamın amacına götürür. Nereden gelip nereye gidiyoruz sorusunu sık sık kendimize sorduğumuzu düşünecek olursak başlangıç cümlem olan; yaşamın amacının; amacı olan bir yaşam olduğunu söylemek sanırım pek yanlış olmaz.

 

Yaşamın amacından amacı olan bir yaşama doğru seyahatimizde ise karşımıza türlü türlü engeller ve testler çıkar. İşte tam bu noktada Karmalar devreye girerler. Karma geçmiş yaşamlarımızda yaptığımız eylemlerin sonucu olarak bizi dış ortamımızda gelir bulur. Dharma’da yapılan hata ve yanlışlar karma ve karmalar oluştururlar. Karma neden-sonuç yasasıdır. Çekim yasasını da içinde barındırır. Karma yasası yaşatılanı yaşamaktır. 

 

İlerlememiz için karşımıza çıkan fırsatlar ve bazen de karşı karşıya kaldığımız engeller ile eğer doğru şekilde yüzleşebilirsek içsel gücümüzü artar. Bu dünyada insan öğretim ve sezgi aracılığıyla öğrenir yani diğer bir deyişle hem dışarıdan hem de içeriden.

 

Bu esrarlı yolda ihtiyatsız veya korku olmadan, aceleci veya isteksiz olmadan ilerlemek çok daha önemlidir. Tıpkı bir çizgi üzerinde  yürümek isteyen biri ya da bir ip cambazı, ne çok yavaş ne de çok hızlı gitmelidir, bu yüzden kişi, bir bıçağın ince kenarı kadar dar olan yolda ilerlediğini düşünerek hızını ayarlayabilir. Festina Lente bu durumu tam ve yerinde tarif eder.

 

İnsanın “Benliğini Yüceltmesi” oldukça derin bir ifadedir. Ruhsal uyanışa atıfta bulunur. Ruhsal uyanış ise ancak sabırlı ve ısrarlı çabaların neticesinde gelir. Ruhsal uyanışa asfaltlı yollardan varılmaz. İnsan örneğin piyano çalabilmesi için çok çalışmalıdır veya bir diğer örnekte senelerce çıraklık yapmamış bir kişi iyi bir saat ustası olamaz. Bunun yanında dikilen bir asmadan da aynı yıl iyi bir şarap yapılamayacağı bilinmelidir. Öğretilerin çoğunda usta – çırak ilişkisinin hala en geçerli yöntem olduğunu düşünürüm. Fakat varoluşun büyük meseleleri olan ruh, ölüm ve öte taraf söz konusu olduğunda bir çok kişi, bu konular hakkında tek bir saat bile düşünmemiş olsa bile diğerleri kadar çok şey bildiğini ve onlar kadar görüş bildirmeye hakkı olduğunu düşünür. Aslında kimse konu hakkında uzman olmayan kişilerin o konudaki görüşlerinin dikkate değer bulunmasını bekleyemez. Hukuki meselelerde mahkemeye bilirkişi olarak çağrılan uzmanların ilk önce konu hakkındaki yeterlilikleri incelenir. Bilirkişi oldukları dalda tamamen yeterli oldukları görülmediğinde mahkemeye verecekleri ifadenin hiçbir değeri yoktur. Ancak öğrenimleri ve deneyimleriyle bir uzman görüşü bildirme niteliğine sahip oldukları görülürse, çok büyük saygı ve hürmetle mahkemede dinlenirler. Ve de iki eşit yetkili uzmanın görüşleri birbirleriyle uyuşuyorsa sonra gelen her uzmanın görüşü olağan üstü ikna edici olur. Böyle uzman birinin çürütülemez şahitliği bu konuda onun karşısında ifade veren ve bu konuda hiçbir şey bilmeyen onlarca yüzlerce veya bir milyon insanın şahitliğinden daha üstündür. Zira bir milyon kere (x) hiçbir şeyden hep “hiçbir şey” kalır. Bu formül sadece matematikte değil her konuda geçerlidir.

 

Dünyevi meseleler söz konusu olduğunda bu olguları hemen hızlıca kabul ederiz. Fakat duyular dünyasının ötesindeki şeyler ve fizik üstü dünya söz konusu olduğunda Tanrı’nın imanla olan ilişkisi  Ruh olarak adlandırılan ölümsüz tanrısal kıvılcımın en içteki sırları incelenmesi gerektiğinde herkes, ruhsal konular üzerine oluşturduğu kendi görüş ve düşünceleri için , sabırlı ve zahmetli araştırmayla dolu bir hayat boyu bu yüce şeylerin ilmini edinmiş bir bilgenin görüş ve düşünceleriyle aynı oranda saygınlık talep eder. Dahası bazıları eşit orandaki saygınlık talebiyle de yetinmez. Ve de bilgenin sözleriyle alay eder ve onları küçümserler. Hatta bilgenin şahitliğinin sahte olduğunu öne sürerek onu yalancı çıkarmaya dahi çalışırlar. 

Bir de en derin cahilliğin verdiği üstün güvenle eğer kendileri bu şeyler hakkında bir şey bilmemiş olsalardı başka hiç kimse de bu konular hakkında bir şey bilemezdi diye iddia ederler. 

 

Bir insan belli bir konu hakkında gerekli araştırmaları yapmamış yeterince çalışmamış ve bilgi ile donanmamış ise susma hakkını kullanmaya devam etmelidir. Kendi bilgisizliğini fark eden insan ise ilme ilk adımını atmış demektir. İlk elden bilgi alma yolu kolay bir yol değildir. Sürekli çaba göstermeksizin değerli hiçbir şey gelmez. Özel yetenekler ve şans denen şey de yoktur! Bir kişi neyse ve neye sahipse bu onun mücadelesinin başarısıdır.  Bir kişide diğerlerine göre eksik olan özellik onda sadece pasiftir ve uykudadır. Ve de onu uygun yöntemlerle geliştirmek mümkündür. 

 

 

Günün birinde genç bir adam bir bilgenin yanına gider ve bilgeye sorar: “Efendim bilge olmak için ne yapmalıyım?” Bilge yanıt vermez. Genç adam soruyu bir çok kez tekrarlar ancak yine bilgeden bir yanıt alamaz. Sonunda bilgenin yanından ayrılır ancak ertesi gün aynı soruyla tekrar bilgenin yanına gelir. Yine hiçbir cevap alamaz. Genç adam üçüncü gün yine gelir ve tekrarlar: “Efendim bilge olmak için ne yapmalıyım?” En sonunda bilge ona döner ve hiçbir söylemeden onu yakındaki bir nehre götürür. Suya girer ve genç adama da kendisini takip etmesini işaret eder. Bilge su yeteri kadar derinleştiğinde genç adamı omuzlarından tutar ve çırpınışlarına rağmen onu suya daldırır. Makul bir süre sonra onu suyun altından çıkarır ve genç adam tekrar nefes almaya başladığında sorar: “Oğul suyun altındayken en çok neyi özledin?” Genç adam hiç tereddüt etmeden “Hava, hava almaya ihtiyacım vardı!” der. Bilge “Zenginlik, güç, eğlence ya da aşka sahip olmak senin için daha iyi olmaz mıydı oğlum? Bunları düşünmedin mi?” diye sorunca, genç adam “Hayır efendim nefes almayı istedim ve sadece havayı düşündüm” der. Bilge “O halde  bilge olmak istiyorsan bilgeliği  suyun altında nefes almayı ve havayı arzuladığın kadar çok arzulamalısın. Onun için mücadele etmelisin ve yaşamdaki diğer bütün amaçları yok etmelisin. Gündüz ve gece bilgelik, senin ilk ve tek hedefin olmalı. Eğer gerçeği bu şekilde ararsan kesinlikle bilge olursun oğul” diye cevap verir. (Resimdeki sembollerden soldaki Hava sağdaki su’dur.)

 

İşte okült yani gizemli ilmi arzulayan herkes için gerekli olan ilk ve en önemli şey budur: Sürekli bir istek, ilme olan yakıcı bir susuzluk ve engel tanımayan bir şevk. Fakat bu gizemli ilmi aramanın ana sebebi insanlığın yararı ve kendini düşünmeden diğerleri için çalışma olmalıdır. Bu sebep olmadan edinilen okült/gizemli ilim tehlikelidir.

 

Şimdi biraz görünmeyen dünyalardan ya da görünüş ve gerçeklik dikotomosinden bahsedelim. Soğuk suyla dolu bir çanağı yeterince düşük sıcaklıkta bir ortama koyduğumuzda içinde hemen buz kristalleri biçimlenmeye başlar ve bizde onların bu yavaşça acele ettiği biçimlenme sürecini görebiliriz. Suyun kendisi boyuna kristalleştiği çizgiler, kuvvet çizgileri olarak hep vardır ancak su donana kadar görünmez kalırlar. Pencerelerde oluşan buz çiçekleri de yüksek dünyaların etkileşimlerinden kaynaklanır. Benedictus Spinoza bunu Geometrik yöntemlerle kanıtlanmış ve beş bölüme ayrılmış halde “Ahlak” ’ı kaleme aldığı Opus Magnum eseri Ethica’da 1. Bölümün 17. önermesinde gayet net bir şekilde şöyle açıklamış ve kanıtlamıştır: “Tanrı kimsenin zorlamasıyla değil sadece kendi doğasının yasalarına göre etki eder.” Görünüş ve gerçeklik dikotomisini ilk kez sistemli bir biçimde inceleyen filozoflar ise Herakleitos ve Parmenides olmuştur. 

 

 

Bir mimar düşünün, zihninde hayal ettiği evi ondan başka kimse göremez. Ancak kağıda çizdiğinde görünür hale gelir. Düşünce formu maddesel bir gerçeklik haline döner. Evi yapan Kalfa ve Usta da işçilerle birlikte Mimarın zihninden tariflediği malzemelere göre evin inşa edilmesini sağlar. Ancak düşünce formu olmadan maddesel ev asla olamaz. Mimarın kendisi bile daha sonra bu düşünce formunu yok edemez…  

 

Latince’de kullanılan şu söz; “Omnus festinatio ex parte diaboli est” Türkçe’ye “Acele işe şeytan karışır” olarak tercüme edilmiştir. Bu tabir Rönesans simyacılarının sıklıkla “yavaşça acele et” olarak kullandığı yavaş ve hızlı dikotomisi tanımına tereddüt kavramını katar. Bu durumun kairos ile yani doğru zaman ile ve moderatio yani doğru derece ile ilgisi vardır. Erasmus, Festina Lente'nin, “doğru zamanlama ve doğru derecede, dikkat, ihtiyat ve sabırla yapılan işlerin arkada hiçbir pişmanlık bırakmaması ve tembellik sebebiyle bitmemiş hiç bir iş kalmamasını anlatmaya çalışmıştır. 

 

 

70 yılında Kudüs’ü yıkan Roma İmparatoru Titus Vespasianus’un bastırdığı bu sikkedeki sembole bakalım. Sikkenin kendisi bir dairedir ve sonsuzluk anlamına gelir. Çapa yavaşlama anlamına gelir ve sudaki belki de en hızlı canlı olan yunusta hızı ifade eder.

 

Arap simyacı Avicenna'nın (980–1037 CE) bir kara kurbağası ve kartalı birbirine bağlayan bir zincire işaret eden bu görüntüsü hakkında da Fabricius tam da Hermetik düşüncenin merkezinin vurgulanarak zıtlıkların birbirleriyle sıkı sıkıya olan bağlantılarını, doğayı dönüştüren ve iyileştirici güçlere sahip bir doğa prensibinin tariflendiğini, ruh ve bedenin, akıl ve sezginin, us ve maddenin

birbirleri ile olan bağlantılarını remzettiğini ifade eder.

 

Sonuç itibariyle önerim, yaşamın amacından amacı olan bir yaşama olan yolculuğun doğayla uyumlu bir şekilde Festina Lente bir halde yaşanmasıdır. Belki de yaşam yolculuğundaki amaç herhangi bir şey olmakla ilgili değildir. Bu, gerçekte biz olmayan her şeyi ortadan kaldırarak ilk başta olmamız gereken kişi haline gelebilmemiz içindir. Son söz, “Zirveye çıkmak bilgiyi, inmek ise bilgeliği artırır”.