Hem Beka Hem De Zeka Meselesi

Felaketlerin neden olduğu kayıplardan çok daha fazlasını kıtlıkla ve açlıkla yaşıyoruz. Üstelik etkilerinden uzun bir dönem boyunca kurtulamıyoruz.

Yazar: Dr. M. Erhan Ekmen
 
Dünya tarihinde bazen öyle yıllar olur ki; sonraki yılların seyrini değiştirir. Aslında bu değişime neden olan şartlar uzun bir süredir oluşmaktadır. Aslında biz sadece bardağı taşıran o son damlanın müthiş etkisini hissederiz. Halbuki kader ağlarını uzun süredir örmektedir ve farkında bile olmamışızdır. Bütün olanlar aslında hep bir sebep sonuç ilişkisinin kendi içinde birbirini takip eden sonuçlarıdır. Eğer gidişat kötü yönde ve kısır döngü şeklinde olursa, çok daha geç kalmadan kitlesel bir farkındalıkla mutlaka müdahale edilmelidir. Halk arasında tarihin tekerrürden ibaret olduğu şeklinde basitçe ifade edilen bu durum karşısında toplumsal tepkiler zamanında verilebilirse, yaklaşmakta olan tehditler risk aşamasında bertaraf edilebilir ve krizler oluşmadan önlenebilir. 

Bu son salgın hastalıkta da aynı şeyleri yaşadık. Aynı hataları tekrar yaptık. Her şeyi tek bilgi kaynağı olarak gördüğümüz ve önümüze sunduğu her türlü bilgiyi doğru sandığımız basından takip ederken ne yazık ki bazı konuları yine ıskaladık. Aşağıda başlıklar halinde doğru sandığımız yanlışlardan birkaç tanesinden bahsedeceğim.

Virüsler, insanlar yeryüzünde yokken varlardı. Hep çevrelerindeki canlılar ile birlikte yaşadılar. Bu salgın insanların virüslerle ilk mücadelesi değil, son da olmayacak. Tarih kaybedeni ya da kazananı olmayan bu tip hastalıklarla mücadeleler ile dolu. Hep aynı şekilde işleyen senaryoya göre; önce uzun bir dönem hastalığın olması için uygun koşullar oluşuyor. Sonra hastalık geliyor ve panik yaşanıyor. Acil tedbirler ve yasaklar uygulanıyor. Kısa süre sonra herkes bu yeni duruma alışıyor ve gevşiyor. Daha sonra hastalık asıl etkisini bu süreçte gösteriyor ve çok daha büyük kayıplar yaşanıyor. Peki, film burada bitiyor mu? Elbette hayır. Asıl toplu ve uzun dönemli kayıplar tarımda yaşanan sıkıntılar nedeniyle önce kendini kıtlık, sonra da açlık şeklinde gösteriyor. Geriye açlığın açısı kalıyor. Gerçekten de salgının ilk günlerinde hastalığı bile hiçe sayarak marketlere saldırdık. Bu tamamen içgüdüsel bir tepkiydi. 

İnsanlığı tehdit eden tek tehlike, bu tip hastalıklar değil. Deprem, volkan, fırtına, sel, çığ, yangın gibi doğal felaketler ile de karşı karşıyayız. Ama daha kötüsü savaşlar ve çevre kirliliği gibi insan eliyle yaratılan yapay felaketleri de burada saymalıyız. Hangisi olursa olsun, sonuç hiç değişmiyor. Bütün bu felaketlerin neden olduğu kayıplardan çok daha fazlasını kıtlıkla ve açlıkla yaşıyoruz. Üstelik etkilerinden uzun bir dönem boyunca kurtulamıyoruz.

Burada işin en akıl almaz tarafı ise; günümüz teknolojisi, uzaya gidebilecek, atomu parçalayabilecek kadar gelişmiş olsa bile; aynı senaryo değişmeden oynanmaya devam ediyor. Aklınıza gelebilecek her türlü felaket, aslında bilimsel olarak rahatlıkla takip edilebileceğimiz, hatta çoğunu yıllardır takip ettiğimiz birikimler sonucunda geliyor. Bu nedenle bu birikimlerin muhtemel olumsuz etkileri kısmen de olsa, önceden tahmin edilebilir, önlenebilir ya da etkileri azaltılabilir. Hiç olmazsa, etki anında ve sonrasında kayıpları en aza indirebilecek tedbirler alınabilir. Yani biriken sebeplerin muhtemel sonuçları için perşembenin gelişi çarşambadan bellidir diye basitçe izah edebiliriz.

Söylemesi bu kadar kolay bir şey acaba niçin uygulamada kendine yer bulamaz. Cevabı kendi vicdanımızda ve aklımızda aramaya başlayabiliriz. Örneğin insanlık onuruna yakışmayan açlık sorununu öncelikle ele alalım. Evrensel beyannamelerde beslenmek her insanın hakkı diyoruz. Ama bugün dünyamızda her sekiz kişiden birinin mutlak aç, dördünün de yeterli gıdaya ulaşamadığını herkes biliyor. Karnı tok olan da tuzu kuru olan da biliyor. Aç olan zaten bizzat yaşayarak biliyor. Dünya’da ölüm en acı verici şekli olduğu için “Allah kimseyi açlıkla imtihan etmesin” diye atasözü olan bu durumun hemen hepimiz farkındayız. Peki, ne yapıyoruz?

Bütün Dünya nüfusuna fazlasıyla yetecek kadar tarımsal üretim yapabilmemize rağmen bu utancı yaşıyoruz. Kendimize karşı adil ve dürüst olmadığımız bir yerde olağan olarak doğaya da saygılı değiliz. Çevreye, doğal yaşama ve tabiata karşı sanki düşmanca bir mücadele veriyoruz. Üstelik doğaya karşı verdiğimiz tahribatla hiç kazanamayacağımız bir savaşı sürdürüyoruz. Bakın son salgında tam kapanmada sadece 15 gün evde oturduk, doğa hızla kendini toparladı. Düşünün bir kere; insanlar sonunda kendini yeryüzünden yok etse, en fazla birkaç sene içinde sanki insanlar Dünyada hiç yaşamamışçasına hiç izimiz kalmayacak, doğa normale dönecek. 

Dünyanın biz insanlara ihtiyacı yok ama bizim ona mutlak ihtiyacımız var. Ya bugüne kadar yaşadıklarımızdan ders alırız ve geldiğimiz bilgi ve teknolojiyi doğru şekilde kullanırız. Ya da kendi ellerimizle kendi sonumuzu hazırlamaya devam ederiz. Herkes müsterih olsun. Hiç dert etmesin. Dünya bizden sonra da dönmeye devam edecek.

Bu arada insanlığın geleceğini dert edenler de var. Biraz aklı ve vicdanı olanlar, özellikle de bilim insanları bu konuda kafa yoruyorlar ve son 50 yıldır uyarılarına devam ediyorlar. Onların baskısıyla başta Birleşmiş Milletler olmak üzere Dünya’nın önde gelen kuruluşları çözümler arıyorlar. Yeni bir milenyuma yani 1000 yıla girmeden önce bütün ülkelerin mutabakatı ile önce “Milenyum Hedefleri” ve devamında da “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” belirlediler. Çevre koruma, açlık, adil gelir/refah dağılımı gibi konulardan oluşan bu hedeflere ulaşma konusunda devletler yine gayet gevşek ve maddiyatçı yaklaşımlar sergilediler. Sonra, yeni dediğimiz bin yılın %2’lik kısmını bitirdiğimiz 2020 yılında, alışageldiğimiz felaketler silsilesine sadece bir yenisi daha eklendi. Hastalık sonrasında bizi nasıl bir Dünya’nın beklediğini tartışmaya, yeniden “Yeni Dünya Düzeni” hakkında konuşmaya başlandı. Uzmanların çoğu; artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, kısa sürede radikal değişimlerin yaşanacağı konusunda hem fikirler. Hatta totaliter rejimlerin gelebileceği bile iddia edenler var. 

Sonuçta medeniyetin geleceğini, insanların sergileyecekleri tutum belirleyecek. Bakalım bu sefer her şeyi kısa sürede yine unutacak mıyız? Yoksa doğa, ekonomi ve sosyal yaşam çerçevesinde karşılıklı dengeleri korunması savunan sürdürülebilirlik ile ilgili tedbirlerin önemi fark edilebilecek miyiz? 
 
Salgından bu yana geçen 2 seneye bakarsak; bu soruların çoğuna şimdiden olumlu cevaplar vermek mümkün değil. Salgını yeneceğimizi idrak etmeye başladığımı andan itibaren eski düzende tüketim ve sömürüye bıraktığımız yerden devam etmeye tekrar başladık. Yalnız bu sefer gelecek korkusuyla küresel ısınma ve iklim değişikliği tehdidinin farkına vararak daha bencil kararlar almaya başladık. Örneğin stokları arttırdık. Dünya gıda piyasalarına sürülen ürün miktarı hızla azalınca, fiyatlar hızla arttı. Bu kısıtlamaya enerji ürünleri de eklenince Dünya çapında artan fiyatlar, enflasyonist bir baskı yarattı ve yeni bir küresel ekonomik buhran oluştu. Bir de bunun üzerine batılı ülkelerin kışkırtmaları ile danışıklı dövüş şeklinde Rusya’nın Ukrayna’yı işgali eklenince durum daha da kötüleşti.

Ne yazık ki; bizdeki sebep sonuç ilişkileri nedeniyle ülkemiz bu durumu birbiriyle savaşan komşu ülkelerden bile çok daha ağır yaşıyor. Bunca varlık, zenginlik içinde, döviz kuru, enflasyon, faiz kıskacında yokluk çekiyoruz. Dünyanın en fakir ülkesindeki ekonomik göstergelere ulaştık. Toplumun önemli bir çoğunluğunu, Dünya fakirlik standardı olan günde 2 Dolarlık sınıra yakın asgari ücret alan maaşlılar oluşturuyor. Tarımsal üretimde giderek dışa bağımlı hale gelindiği için maliyetler üreticinin elde ettiği gelirin üstünde kalmaya yani sürekli zarar etmesine neden oluyor. Özellikle un, şeker, yağ, et, süt, yumurta gibi temel stratejik ürünlerin üretiminde gelecek yıllara ilişkin ciddi tehlikeler oluşmaya başladı.  

Sonuç olarak; başta ülkemiz olmak bütün Dünya, giderek daha kötüye dönüşen bir süreç içinde boğuşuyor. Ders almamız gereken salgın hastalık, herkesi daha da kötü bir sürece sürükledi. Aslında çözüm gayet basit. Adil, paylaşımcı, birlikte çalışan bir anlayışla sömürmeden, israf etmeden üretmeyi ve yaşamayı başarmak zorundayız.
Peki, bu güzel hedeflere nasıl ulaşacağız? Bu sorunun cevabını belki de en açık şekilde görebilmek için geçmişte arayalım. Daha önce alınan kararlar niçin bugüne kadar hayata geçirilemedi. İlk anda hepimizin aklına ilgisizlik ve bilinçsizlik gelse de asıl sebep, iyi niyetle oluşturulan eylem planlarının, sahada tam olarak uygulanamamasından kaynaklanıyor. Çünkü bu işleri takip etmek ve gerçekleştirmek ile görevli, organizasyonu üstlenebilecek doğrudan sorumlu idari yapılar bulunmuyor. İlk etapta bunların hükümetlerin ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların görevi olduğunu düşünebilirsiniz. Ama son 50 yıldır gelişmiş ülkelerdeki örneklerinde gördüğümüz üzere, sahada hükümetlerden ve uluslararası kuruluşlardan yana etkin bir faaliyet yok. Kısıtlı bir bütçe ile sahaya yansımayan vaatler oluşturulup duruyor. Kitabi bilgi olarak her şey mükemmel durumda. Sorun bu mükemmel planı sahada, kırsal alanda sorunun yaşandığı her yerde, her köy de takip edecek, eylem planlarını yürütecek, sevk ve idare edecek, aksamaları tespit edip müdahale edecek, sorunları ilgili yerlere iletip acil çözüm üretecek bir mavi yakalı memurlar, bilim adamları yok. Zaten böyle ütopik, hayali bir hizmeti verebilmeye imkan yok. Fakat bütün bu hedeflere ulaşmada hükümetlerden ve uluslararası kuruluşlardan bile daha iyi organizasyon yapabilen bir araç var. Bu araç gelişmiş ülkelerin zaten 180 yıldır başarıyla kullandıkları kooperatifler.
 
Faydaları defalarca test edilmiş, bu çok iyi bilinen araç, Birleşmiş Milletler tarafından da 2012 yılında daha iyi bir Dünya oluşturabilmenin en ideal yolu olarak işaret edilmiş. Kooperatifler birçok alanda önemli organizasyonlar gerçekleştirerek büyük sorumlulukları başarıyla yerine getiriyorlar. Son salgın sırasında Dünyanın birçok yerinde hükümetlerin yetersiz kaldığı yerlerde kooperatifler, devlet ile iş birliği yapmaktadırlar. Sağlık, eczacılık, bankacılık, finans, emek, tedarik ve tarım gibi konularda faaliyet gösteren kooperatifler, kendi tedarik imkanları ile önce ortaklarına sonra da çevrelerindeki halka maddi ve manevi desteklerde bulunmaktadırlar. Yardım kampanyaları oluşturmada, ulusal ya da uluslararası destek mekanizmalarını etkin kullanılmasında, yardımları doğrudan ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasında, sağlık ve korunma hizmetleri ile ilgili tedbirlerin kırsal alanda yaygınlaştırılmasında önemli hizmetler vermektedirler.

Herkes, her alanda kooperatiflerden faydalanabilir. Bu güne kadar çeşitli platformlarda çok önemli olduğunu iddia edilen bütün öneriler, Kooperatif gibi güçlü ve pratik bir araç kullanarak hayata geçirilebilir. Elimizde sorunu çözebilmek için bir araç var. Ya bu aracı kullanmayı becerebileceğiz ya da suçu cansız bir varlık olan araca atıp, varlık içinde yokluk çekmeye devam edeceğiz. Bu durum hem beka, hem de zeka meselesi.
 
Görseller:
  1. Reuters, Nikkei Asia
  2. Arşiv