BİLGİ versus İNANÇ

Gayet sakin ve zerre kadar heyecan da uyandırmayan bir ses tonuyla tohumlardan bahsedildiğini gördüm yine.

Aslında eğlenceli bir şeyler yazmak istiyordum çünkü zaten siyah ile gri tonları arasında geziniyoruz (belki de ben öyleyimdir) ama son anda ani bir değişiklikle yazının konusunu tamamen değiştirdim çünkü yine kalktım tv izleme gafleti gösterdim! Çok uzunca bir süredir televizyon defterini kapatmış biriyim ama öylesine kurcalama amacıyla, biraz da keyifle, “zapping!” yapayım demiştim, demez olaydım. Gayet sakin ve zerre kadar heyecan da uyandırmayan bir ses tonuyla tohumlardan bahsedildiğini gördüm yine. Aslında sosyal medyanın çevreci derinliklerinde defalarca izlemiştim aynı programı ve her paylaşımda “ne kadar haklı hocamız” gibi yakarışlar da okumuştum. “Haklı olduğunu biliyor musunuz? Yoksa inanmak daha mı kolay?” gibi bir yanıt yazmaktan da her seferinde çekindim çünkü bitmiyor tartışmalar ve tartışmanın da anlamlı olmaktan artık çok uzaklaştığını düşünüyorum. İnsan konuya uzak olmayan biri olunca, ister istemez dinlemek zorunda kalıyor tekrar da olsa; ben de sonuna kadar izledim programı. Spiker soruyor, uzman öyle cevaplar veriyor ki! spiker hanımcağızın beti benzi attı resmen. Organik ürün tüketmeye gayret gösteriyormuş spiker hanım, önce ondan vazgeçti, sonra bir ara “ay eşime yedirmeyeyim ben sebze filan bari, daha çocuk istiyoruz biz” bile dedi.

Kıyısından köşesinden de olsa, işin biraz içinde olmak, “azıcık” bilgi sahibi olmak bile aslında çok kötü. Bilgisizlik kadar insanı mutlu eden bir şey yok sonuçta. Tarım, gıda, beslenme vb gibi konular ülkemizde öyle bir çarpık çurpuk hal almış durumda ki! inanılmaz boyutlarda. Cehaletin bile kendine özgü bir asaleti olmalıdır diye düşünüyorum ama ülkemizde ne yazık ki cehalet bile yerlerde sürünüyor. Zehir atılmış, aşırı hormon kullanılmış, deterjanla yıkanmış, ağartılmış, peroksitle paklanmış yada glikoz şurubu ve çin tuzu ile harmanlanmış, ayakkabı boyasıyla boyanmış ürün tüketmekten korkmayı da aştı durum ve sonunda “hıyar yersem kısır kalırım” a kadar gitti. Yıllardır tüketiyoruz ama ben ortada hiç de kısır kalmış bir toplum görmüyorum maaşallah.

 

Yukarıdaki fotoğraf internette “kuğuya benzeyen hormonlu kabak” olarak paylaşılıyor. Bence sanki kuğu geni aktarılmış kabağa benziyor ama ülkemizde espri yaparken bile dikkatli olmak gerekebiliyor çünkü bu esprili cümlenin bile alınıp, sosyal medyada kısa sürede ortalığın ayağa kaldırılması ve “kuğu geni aktarılmış kabak” şeklinde televizyonlarda bile uzun uzun tartışılması işten bile değil bu ortamda –ki belki de o tartışma vardır ama ben bilmiyorumdur.

Eğitimsizlikten kaynaklanan bilgisizlik söz konusu olduğunda, hoş karşılamak fazlasıyla mümkün oluyor çünkü onlarca yılın birikimidir sonuçta ama birkaç diploma sahibi okumuşların cehaleti artık tolere edilebilir boyutları çoktan aştı. Bu tip cehaletin sadece iki sebebi var; birincisi “hırs” ile ortaya çıkan cehalet benzeri bir durum, ki ben artık bunu bile anlayabiliyorum çünkü cahilmiş gibi davranılıyor bu tip cehalette. Okumuşlarda ortaya çıkan cehaletin asıl ürkütücü sebebi ise; tanımlamak oldukça güç olmakla birlikte; “öğrenmemeye dayalı cehalet!” yani öğrenmeye karşı gösterilen bilinçli yada bilinçsiz bir direnç söz konusu ve işte korkutucu olan da bu çünkü “sabit fikir” öğrenmeyi gereksiz kılıyor bu durumda. Sadece para kazanmak için “ortada bir sorun yokmuş” gibi davranan kişiler aslında neyin ne olduğunu çok iyi biliyorlar ama diğerlerine hiçbir konuda yardımcı olamıyorsunuz çünkü onlar zaten her şeyi biliyorlar.

Neleri çok iyi biliyorlar? kabaca sayalım; başta permakültür ve sürüdürülebilir yaşam sistemleri olmak üzere, tarımın her türlüsünü biliyorlar. Ülkemiz insanı zaten doğuştan tarım uzmanıdır, bu sebeple onu saymaya bile gerek yok aslında. Çevre kirliliğini ve çevreyi korumayı, hayvan haklarını, GDO yu, tohum teknolojisini, yaban hayatını, nasıl kısır kalınacağını, pazarlama sistemlerini, nüfus kontrolünü, kırsal kalkınmayı, sağlıklı beslenmeyi, küresel değişimi, ozon tabakası yıkımını, şifalı bitkileri, homeopatiyi ve geri kalan her şeyi biliyorlar. Bilmekle kalmayıp, çeviriler yapıyorlar, derleme makaleler yazıyorlar, toplumu aydınlatıyorlar hatta kendini ilgili konunun tartışmasız duayeni olarak kabul edenler de oldukça fazla. Eleştirecek olmama rağmen, gerçekten iyi niyet söz konusu; işin içine ticaret girmedikçe.

Tohum teknolojisini çok iyi biliyorlar ama mesela lisede öğretilen F1 nedir bilmiyorlar!… GDO yu da bilmiyorlar!... moleküler biyoloji, biyoteknoloji, gen transferi nedir bilmiyorlar –ki bilmek de öyle derleme yazmak kadar basit değildir herhalde diye düşünüyorum. Kısır yada tuhaf tabiri ile ebter tohum nedir, ne amaçla ve nasıl üretilir bilmiyorlar. “Köy popülasyonu” “yerel çeşit” yada “köy varyetesi” gibi ifadelerin ne anlama geldiğini bilmedikleri gibi, bu bitkilere ait tohumların nasıl ve hangi amaçlarla doğru şekilde değerlendirilebileceğini de bilmiyorlar. Takaslar yapılıyor, çok güzel ama o takaslarda bile tohumların dejenerasyona uğrayabileceğini bilmiyorlar. Kaybolmaması düşünülen çeşitleri aynen nasıl muhafaza edebiliyorlar? Onu da ben bilmiyorum işte.

Daha doğrusu; yukarıda saydığım konuları ben de bilmiyorum ama çıkıp da televizyon kanallarında cirit atmıyorum yada google da doğal olarak ilk sıralarda çıkan derleme makaleler yazmıyorum, ulu orta çıkıp, her konuda da ahkam kesmiyorum. Benim de bir sonraki yazım; asma köprü yapımı, hidrolik sistemler, nanoteknoloji, uluslararası hukuk yada mikro cerrahi üzerine olacak, şimdiden söyleyeyim. Gerçi şimdi bunu yazarken aklıma ülkemizin kuantum fiziği ve paralel evren uzmanı kaynadığı aklıma geldi. Bu durumda, alakasız kişilerin kompost tea gibi basit bir şeyin yapımını öğretmeleri de saçma olmuyor.

Ben yorum yapamıyorum, size bırakıyorum; aşağıdaki domates hakkında gerekli bilgiyi linkten alabilirsiniz; tıklayın. Tek dikkat çekmek istediğim nokta şu: denk geliş ilk tıkladığım sayfadır ve “Gıda Güvenliği Hareketi” nin sayfasıdır. Bir kez daha yazayım, kişisel bir blog yada gazete sayfası değildir! Gerisi size kalmış. Umarım, tam olarak ne amaçladığımı anlatabilmişimdir bu yazıda. Bağlantıyı tıklayıp, okuduysanız eğer fikrinizi sorayım; bu eşsiz bilgiyi veren sizce kim? Bence evin hanımı... Filizlenen domatesin genleri mi değiştirilmiş? yoksa hormonu mu fazla abartmışlar? Yada gerçek tam olarak ne?... Herhangi birinin bloğundan olsaydı ben bu konuyu buraya taşımazdım, onu da belirteyim çünkü iyi niyetli kişisel paylaşımlarla “gıda güvenliği hareketi” gibi bir oluşumun arasında olması gereken fark oldukça önemli.

Hormon nedir, hangi ürünlerde ne amaçla, nasıl kullanılır, gerçek zararları hangi durumlarda ortaya çıkar, doğru kullanımla olası zararlar nasıl önlenir, alternatifleri var mı, ucuz mu pahalı mı yada sebzelere kaç kova hormon dökülür gibi konuları da bilmiyorlar ama şöyle kabaca bir dinlemeye kalksanız, her şeye hakimler! O derece hakimler ki, hiç hormon kullanılmayan ürünleri çıkıp örnek olarak gösteriyorlar yıllardır. İri meyveli çileğe hormonlu damgasını vurup, binlerce ailenin geçim kaynağını batırabiliyorlar. Farkındaysanız, çilekler bir ara büyüdüler ama birden yine küçüldüler. Buradan çıkarılacak sonuç şudur; üretici hormon kullanmayı bıraktı!

Çok sayıda farklı örnekler verilebilir; sağlıklı beslenmeyi çok iyi biliyorlar zannediyorsunuz mesela ama hamile kadına doğal yollardan folik asit yüklemesi yapma amacıyla, bol bol yeşil yapraklı sebze önerebiliyorlar!... Sadece bu konuda öneride bulunayım, eğer hamile kalmayı düşünüyorsanız, hekiminizin vereceği tabletleri kullanın, aylarca hiç ara vermeden bitkilerden yararlanmayın.

Kendi düşüncelerime yakın tarafı eleştiriyorum, objektif bir gözle artık bu eleştirinin de yapılmasını, hatta daha yüksek bir sesle yapılmasını gerekli görüyorum çünkü yukarıda bahsettiğim öğrenmemeye dayalı cehalet, gerçekten ciddi boyutlara ulaştı. “GDO karşıtlığı” gibi bir konu bile cahilce yapılan sabit fikirlilikle öyle bir noktaya ulaştı ki, bu konuda tarafsız bir bilimsel gözle tartışma yapabilmek bile imkansızlaştı. GDO nun kontrolsüzce kullanılıp, yaygınlaştırılmasına ciddi anlamda karşı olan ama bu konuda bilimsel çalışmaların çok daha etkin bir biçimde devam ettirilmesini şart olarak gören biri olarak, GDO karşıtlarına eleştiri getirmek benim için aslında kolay değil.

Gerçek GDO karşıtlarının bile önünü kesen bu bilinçsiz karşı koyuşu aslında bir çok konuda felaket düzeyinde yaşıyoruz resmen. Doğal olarak; çok karşı çıkılanın nasıl yaygınlaştırılabileceği konusunda daha derin düşünmeye sevk ediyoruz insanları. Nükleer karşıtıyız ama sorgulamamız gereken asıl konuyu göz ardı ediyoruz. Dünyanın en temiz enerji kaynaklarından biri olan “nükleer enerjiden en doğru biçimde nasıl yararlanabiliriz?” gibi bir fikir platformu oluşturulup, tartışılamıyor bile çünkü konunun sadece ve sadece iki zıt ucu var tıpkı GDO ve diğer bir çok konuda olduğu gibi. Tabii bunun en önemli sebebi, “gelecekte mutlaka kaza yaşanacak” yaklaşımı ve bu konuda ben de ciddi düzeyde endişeliyim ama yine de bir ülkede nükleer enerjinin doğru kullanımını hedefleyen ve bu konuda fikir altyapısı oluşturan bir kesimin de olması gerekmiyor mu?

 

 

 

 

Yaşı benim gibi biraz fazlaca olanlar iyi bilirler, eskiden çevre koruma adına termik santrallara karşı çıkılırdı ve bizler sürekli “jeotermal, güneş ve rüzgar” gibi temiz enerji kaynaklarını alternatif olarak gösterirdik. Bugün çevrecilerimiz rüzgar enerjisine de karşı çıkıyorlar, jeotermal enerjiye de. Türkiyede hiçbir köy, hiçbir ilçe kendi sınırları içinde rüzgar türbini istemiyor tıpkı hiçbir belediyenin kendi sınırları içinde atık arıtma ve geri dönüşüm tesisi istememesi gibi. HES lere de karşıyız ve çok daha isabetli bir karşı koyuş olmasına rağmen, yeni nesil çevreciler bir türlü “neye karşı olmadıklarını” çözüp ortaya koyabilmiş de değiller.

Yenilenebilir enerjiye karşı olmadıklarını belirten Dr. ***; “Rüzgâr türbinlerinin yarattığı gürültü ve görüntü kirliliğinin yanı sıra iklimsel değişikliğe de yol açtığı biliyoruz. Ormancılık ve tarım üretiminin yapıldığı bu bölgede, planlanan proje sonucunda halkımız çok ciddi zarar görecek” dedi. Doktor kimliği ile rüzgâr türbinlerinin insan sağlığına olan zararları konusunda da bilgi veren ***; “ Rüzgâr Türbini Sendromu yaşamak istemiyoruz. Bu projenin faaliyete geçmesi ile özellikle uyku bozukluğu, baş ağrısı, duyma bozuklukları, kalp çarpıntısı, asabiyet, konsantrasyon ve hafıza problemleri halkımızın peşini bırakmayacak. Bir doktor olarak halkımızın sağlığıyla oynanmasına izin veremem” ifadesini kullandı.

Konu ile ilgili açıklamalar yapan *** Mahallesi Muhtarı ***, canlı yaşamının tehdit edildiğinin altını çizdi. ***; “Vahşi kapitalizm doğayı ve insanı düşünmüyor. Ama Mahallelimiz kararlı. Geri adım atmayacağız. Doğal hayatımızın yok olmasına izin vermeyeceğiz. Bölgede yaşayan tüm halkların bize destek vermesini istiyoruz.

Ben çevreci olduğumu zanneden biri idim ama galiba değilim ve bu konularda yorumu tamamen size bırakıyorum ama sadece tek bir şeyin altını kalınca çizmem gerekiyor; “o vahşi kapitalizm aslında odalarımıza, tuvaletlerimize, yataklarımıza, beynimizin ve hatta midemizin her hücresine zaten fazlasıyla yayılmış durumda ama bizler bir yandan enerjiye muhtacız, bir yandan çok da haklı olarak en temizini istiyoruz ama diğer yandan o vahşi kapitalizmi sürekli komşu köye, komşu ilçeye atıyoruz. Benim umudum, köyden köye ötelene ötelene, umarım bir gün sınırlarımızdan çıkar gider vahşi kapitalizm.

Bu protestoların olası sebebi o vahşi kapitalizm olabilir mi acaba? diye aklımdan geçmedi de değil ama yok canım o kadar da değildir…

Kuş göç yollarının (–ki onu dillendiren yok anladığım kadarıyla, daha çok RES sendromundan bahsediliyor) kavşağında yer alan devasa İstanbul şehrinden, hava alanlarından, İstanbul başta olmak üzere, bir çok büyük şehrin kuyumcu dükkanına benzeyen gece ışıltılarından ve artık sünnet düğünlerinde bile mısır patlatır gibi patlatılan havai fişeklerden hiç bahsetmeyenlerin rüzgar enerjisine karşı savaş açmalarını ben anlamakta zorlanıyorum ama bu da benim cehaletimdir umarım.

Bu yazdıklarım sebebiyle çok eleştiri almayı umuyorum ve aslında biliyorum ki, bu karşı koyuşlar çok haklı sebeplere dayanıyor ve gerçekten duyarlı ve hassas kesim bu noktada önemli işler başarıyor ama haksız duruma düşülmesinin sebepleri çok daha önemli.

Bu yazıyı okuyanların kabaca % 77 si şehirlerde yaşıyor 2011 rakamlarına göre yani gıda sektörüne katkısı olsa bile şehir insanının tarımsal üretime katkısı neredeyse hiç yok. Türkiye nüfusunun % 77 si yani İstanbul başta olmak üzere, büyük şehirlerde yaşayan insanların tamamı; örneğin 17 milyonluk İstanbul halkı her gün binlerce kamyonla taşınan tarımsal ürünlere muhtaç bir durumda. Ben bu durumu; ağzı açık şekilde heyecanla annelerinin yemek getirmesini bekleyen aç kuş yavrularına benzetiyorum. Birkaç günlük kamyoncu boykotu bile İstanbulu ne hale getirdi yakın geçmişte. Ülkemizin duyarlı ve hatalara karşı koyan insanı da bu büyük şehirlerde yaşıyor. Şimdi şunu sormak durumundayım; “Siz nasıl oluyor da pembe domates, siyah karpuz yada osmanlı çileği tüketmek istiyorsunuz?” Önce bir çevrenize baksanız da, şehrin sınırları nerede bitiyor, ötesinde ne var görseniz!...

Kesinlikle yanlış anlaşılmak ve değerlendirilmek de istemem ama hedef aldığım kitle, bana en yakın kitle olmakla birlikte, bu kitlenin kafası çok karışık tıpkı aşağıdaki fotoğrafta olduğu gibi, biraz çarpık çurpuk. Bunun sebebi ise çok açık; -bir bakıma özür cümlesi olmasını da istiyorum- “ülkemizin bu oldukça duyarlı ve bilinçli kitlesi” nin güveni kalmadı hiç. Çok doğal ve isabetli olarak karşı çıkılan bir çok önemli konuda ülkesel anlamda destek görülmediği için kafalar karışık ve her kafadan apayrı bir ses çıktığı için karman çorman her şey.

 

Ben, İzmirde yaşayan biri olarak; o çok özlenen, eskilerde kalmış olan yerel çeşitlerimizi artık asla tüketemeyeceğimi, en fazla hafta sonu Urla, Alaçatı yada Karaburunu ziyaret edip, köy kahvaltısında onların tadına bakabileceğimi biliyorum -ki o da çok şüpheli çünkü çoğu zaman siz yerel ürün zannediyorsunuz ama üretici sadece kendisi için üretiyor yerel olanı! Çok beğenerek yediklerinizin de hibrit olma olasılığı her zaman var (yüksek).

Hiçbir üreticinin kamyon kasası içine o eski nostaljik ürünleri yükleyip bana sağlam ulaştıramayacağını çok iyi biliyorum. Ulaşsa bile satın alınmayacağını daha iyi biliyorum. Eski tohumlarımızın korunmasının ve değerlendirilmesinin zorunlu olduğunu da biliyorum ama 5 milyon kişinin üst üste yaşadığı İzmirde hibrit tohumdan üretilmiş sebze tüketmek zorunda olduğumu ve hibrit tohumun zararlı olmadığını da biliyorum. Tohum ithalatçılarına, ıslahçılarına ve üreticilerine kızmadığım gibi, onların kazanç kapılarına da ulu orta, bilinçli bilinçsiz laf edemiyorum. Arıtma ve geri dönüşüm için uygun alanı bir türlü bulamayan belediyeye de kızamıyorum. Yıllar öncesinden gerekli yatırımı ve çalışmaları yapıp, bugün dünyaya altın değerinde tohum satan İsraile ise hiç ama hiç kızmıyorum. 

Neden kızamıyorum?...

Kızamam; çünkü diğer bir çok sektörü de arzu edilen seviyede olmayan ülkemizde tarım ve gıda sektöründen mükemmeli bekleyemem. Ben kendi işime gereken titizliği göstermediğim halde, bana gıda üreten insanlardan sürekli üst düzey bir titizlik de bekleyemem.

Ben ülkenin her yerinden büyük şehirlere göç olurken hiç sesimi çıkarmadım. Ben taşı toprağı altın olan İstanbula göç ettim daha zengin olabilmek ve daha iyi bir sosyal ortam kazanabilmek için. Oturduğum binanın 9. katından aşağıya baktığımda göz göze geldiğim gecekondu sahibine hiç merhaba demedim ben. Neden buradasınız? Hayatınızdan mutlu musunuz? da demedim. Onların evleri yıkılırken de gidip onlara destek olmadım.

Karadeniz insanına hiç sordum mu nasıl yaşamak istediğini? Yada ben hiç kafa patlattım mı onların kalkınmaları için? Karadenize sadece turla gidip, yaylalarına çıktım, İç anadoluda balon sefası yaptım ama nevşehirlinin sorunlarını göz ardı ettim. Kafamdan büyük patatesleri yerken hiç aklımdan geçti mi benim İç Anadolu insanı yada Ödemiş köylüsü?

“Fast food a karşıyım, slow food u destekliyorum ve çocuğuma gazlı içecek yerine ayran içirip, pekmez yedirmek; organik yerel domates tükettirmek istiyorum” ama “bana bunları üretecek insanı memleketinde tutmak için ben ne yapabilirim?” onu hiç akıl edemedim. Onların sorunlarını göz ardı ettim. Üstelik onları küçümsedim.

Siyasetçilere sadece kızdım yada sadece çok sevdim onları ve sadece maaşıma zam yada atama istedim. Ülke insanının gerçek sürdürülebilir refahı için kılımı kıpırdatmak aklıma bile gelmedi. Bir çok konuda ben onlardan hiçbir talepte bulunmadım ki! talep etmediklerimi bana vermediklerinde kızdım sadece.

Akla hayale gelmeyecek her şeye hiç sorgulamadan cebimde ne var ne yok verirken, o vahşi kapitalizmle yatıp kalkarken, Ayşekadın fasülyenin, yeşil biberin, bamyanın yada yatak limonun enflasyon şampiyonu olmasına çok içerledim. Onlara mı kaldı şampiyonluk! “akıllı telefon” dururken dedim. Hiç gübre ve ilaç fiyatlarındaki artışı merak ettim mi pazar tezgahından en iyi domatesleri seçerken ve 25 kuruş için pazarlık yaparken?

Sosyal medyada yediğimi, içtiğimi, gezip gördüğümü paylaşmaktan fırsat bulup; 2 saatimi ayırıp da, hem çevremi ve sağlığımı hem de yemek kültürümü önemli boyutlarda etkileyen konularda bir şeyleri gerçek anlamda öğrenmek için çabaladım mı? Yoksa inanmak kolayıma mı geldi?

İsteyerek de olsa can sıktıysam, hiç olmazsa şöyle bal gibi tadı olan yerel kavunlardan birinin fotoğrafıyla bitireyim yazıyı diye düşündüm ama resmen bütün kavunlar parsellenmişler ve “GDO suz yerli kavun” sloganıyla pazarlanıyorlar internetten. Reklam olmaması için mecburen güzel bir fotoğrafla sonlandıramıyorum yazıyı. Gördüğüm kadarıyla, pazarlama stratejileri konusunda da oldukça ilerlemiş durumdayız.

Bereket hiç sevmiyoruz o vahşi kapitalizmi…