Peki, nereyi gezmeli?

Uffizi, Santa Maria Del Fiore, Castel Vecchio, Piazza Della Signoria listelerin hep ilk sıralarında yer alır. Katedralin içinin çok etkileyici olduğunu söyleyemem fakat mutlaka etrafını gezip mermerin nasıl renginin değiştiğine dikkat edin, iki ucu arasında 130 yıl var ne de olsa. Ponte Vecchio’nun içinden geçmeyin. Şirin İtalyan evleri hayaliyle girip kuyumcu dükkânları ve Amerikalı turist yığını gerçekliğiyle çıkacaksınız, ayrıca görüntüsü asıl uzaktan güzel (Ponte Alle Grazie’den Ponte Vecchio manzaralı günbatımını izleyin). David’i görmeye gerek var mı? Her yerde replikası olan eserlerin orijinalini görmek benim çok ilgimi çekmiyor açıkçası, giriş sırasının da 2-3 saat sürdüğünü duyunca ara sokaklarda dolaşmayı tercih ettim. Palazzo Pitti’nin içindeki Giardino di Boboli de gezmeye değer fakat kısa süreli bir seyahate oranla fazla zaman çalacaktır. Santa Maria Novella’nın akşamüstü yere yansıyan rengârenk vitrayları da oldukça ilgi çekici. En ünlü yerlere tik attıktan sonra vakit kalırsa, kendi favori mekânlarımdan da bahsedeyim.

Floransa’dan bunu yapmadan kimse dönmemeli: Fonda yumuşak yumuşak çalan gitar ile Piazzale Michelangelo’dan günbatımını izlerken şarap içmek. Güneş batmadan önce, batarken ve battıktan sonra şehrin her biri diğerinden de büyüleyici ve romantik renklerini bir film gibi izliyorsunuz. Kalabalıktan çok nefret etmeme rağmen o manzarayı izlerken yanımdaki yabancı ile dip dibe oluşumu fark etmedim bile, aşkın gözü kör gerçekten. Güneşi batırdıktan sonra yerlilerin buluşma noktası olan Piazza Santo Spirito’ya gidip akşam yemeğinde Bisteccha Fiorentina yiyin, hatta bence her öğün biftek yiyin; hem Türkiye’ye göre çok daha ucuz hem de kat kat daha leziz. Kahvaltıda cappucino-cornetto’dan bahsetmeme gerek yok herhalde?

Galileo Galilei müzesi insana şu an ülkemizde ve dünyada insanların önem verdikleri konuların ne kadar küçük ve basit olduğunu hatırlatıyor 1500’lerde yapılmış yüzlerce yıldız haritasını ve icadı anlayamıyorken yaşadığınız hüsran sırasında. Şehrin her yerinde, her bilim adamı ve sanatçısında Medici ailesinin parmak izi vardır. Bilim ve sanat konusunda verdikleri maddi ve manevi destek, Rönesans’ın gelişmesine katkıda bulunup dünya tarihine yeni bir yön vermiş, özellikle Avrupa olmakla birlikte tüm dünyayı etkilemiştir. 

 

İçinde Giotto’nun tabloları var diye gittiğim Chiesa di Ognissanti’ye giremesem de hiç beklemediğim bir görüntü, hatta daha doğrusu ses ile karşılaştım. Bu ünlü kilisenin içinde düğün vardı fakat sıra dışı olan papazın Arapça konuşmasıydı. Kapının yanındaki papaza nasıl böyle bir şey olduğunu sorunca öğrendim ki Lübnanlı Hristiyanlarmış. 

Son olarak ise Rönesans yağmuruna mola vermek isteyenler için, Caffe Letterario Le Murate… Eskiden bir hapishane olan bu bina şu an apartman, avlusu da kafe/bar olarak kullanılıyor. Restorasyonunda Renzo Piano’nun da eli bulunan binalar endüstriyel ile tarihi birleştiriyor. Aynı zamanda kafenin içinde hapishaneden kalan dolaplar, pencereler, kapılar mobilya olarak kullanılıyor. İlgimi çeken tarihi ve mimarisinin yanı sıra gençlerin zaman geçirmeye gittiği, bazen ufak çaplı konserlerin ve hatta maçların yansıtıldığı çok ama çok keyifli bir mekân.

‘Karakterleri kendimizinkiyle eşleşen ve kendimizinkini meşrulaştıran yerleri ‘ev’ terimiyle onurlandırırız.‘ diyor Alain de Botton. Bu yüzden benim bir evim hep Floransa kalacak. Sizin için neresi?