Glasgow

-2 saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından Glasgow’dayız. Bütçe dostu bir gelişme olarak burada İskoç misafirperverliğinin bir sembolü olan arkadaşımız Fraiser’da konakladık ve bizi de o karşıladı. Eve geçmeden “üniversiteli” yeri bir pub olan Inn Deep’e uğruyoruz, şunu söyleyeyim Edinburgh ağır abi; Glasgow ise fırlama delikanlı. Bunu daha ilk dakikadan hem mimari ve şehir atmosferi hem de mekanlardan anlıyor insan.

Ertesi sabah kallavi bir İskoç kahvaltısı ile başlıyor. İngiliz kahvaltısından farkı black puding var; bazen bisküvi gibi sert bazen puding kıvamında cıvık. Net olayım bana ya da başka bir “bizim oralı”ya göre değil; kanda pişmiş ciğer ve benim yediklerimde mest eden bir lezzet yok idi. Ama denemek lazım tabi. Turumuza zaman ve bütçe açısıdan kültür katamadığımızın farkında olarak Glasgow Üniversitesi’ni Fraiser ile karış karış geziyoruz. Magazin kafa nedeniyle bizim sadece iktisatçı sandığımız, felsefe ve mantık düşünürü Adam Smith’in yürüdüğü koridorlardan geçip heykeline dokunup aziz ilan ediyoruz kendimizi. Belirtmeden geçemeyeceğim; salt binaları bile ele alsak “herhangi bir ruhtan yoksun” olarak Türkiye’de üniversite denilen şey var. Ve o şey genellikle üniversite falan değil. Bir kere üniversitenin kütüphanesi olur. Neyse … Glasgow Üniversitesi yer yüzünde ruh ve mimari açısından görebileceğiniz en güzel yerlerden biri.

Bir ara ben kilt giyip (Fraiser’dan ödünç) Berkeley Caddesi’nde rahat rahat yürüyüp botanik bahçelerden geçiyorum. Ardından soluğu kiliseden pub’a evrilmiş olan Oran Mor’da alıyoruz. Bizim kral dediğimiz yerlerde bulamayacağımız bira ve cider çeşidi bu enfes mekanda var ve 4-5 pintlik depolamanın ardından 78 adlı listemizdeki diğer bir bira cennetine yol alıyoruz. Edinburgh’taki Bow’un Glasgow’daki bir yansıması diyebiliriz. Çok sohbet edemesek de 15-20 farklı bir türünü irili ufaklı miktarlarda tadıp bir diğer sevdamız olan futbol aşkına rotayı Celtic Park’a çeviriyoruz. 

Yolumuzu şehrin en ana caddelerinden Buchanan’a düşürüyoruz. Ki “Glasgow fırlama delikanlı” benzetmesinin mistisizm ile sentezlendiği yerlerden biri bu cadde.

London Road’un bir ucuna doğru duran Celtic Park’a giderken kuzeyde konuşlanan bir Alman; West Bira Evi’nde egzotik bir havada gözümüze kestirdiğimiz biralarımızı yudumluyoruz. Celtic Futbol Kulübü, İskoçya’ya Şampiyonlar Ligi Kupası’nı getiren ilk ve tek kulüp olmasının yanısıra İrlandalı ve emekçi sınıfı ağırlıklı taraftarı ile bir diğer kutsalımız. Maçta adını marşlarla haykıramasak da yolda bizi yakalayan karla karışık yağmura rağmen mabedine kavuşuyoruz. Etrafta minik bir tur, yeşil beyaz tabela ve ışıklandırmalar ile buluşma ve veda karelerini aynı zaman diliminde fotoğraflayıp vedalaşıyoruz.

Pırıl pırıl bir havada Edinburgh’ta başlayan İskoçya vaktimizin sonuna ıslak ve karanlık ile geliyoruz. 27 yaşımı doldurmaya yakın bir zaman diliminde, gezip gördüğüm yerlerin içerisinde hem fiziki hem de ruhsal anlamda göğe en yakın olanlarından ayrılma anı. Kısa ve kısıtlı bir süre tanış olsak da iki sütuna benzettiğim bu iki şehirden “İskoçya’da olmak harika bir şey” diyerek geçip gidiyorum.