Meslek fanatizmi

Bu felaketler konusunda tarım fanatizmi sürekli şunu söylemiştir: “bu felaketlerden öncelikle sanayi, taşımacılık, enerji ve diğer sektörler sorumludur, gidin onlarla hesaplaşın”. Bir tarımcı için oldukça sevimli ve haklı gözüken bir çıkış olmakla birlikte, gözden kaçan önemli konulara değinmekte yarar var. Tarıma dayalı sanayi denince çoğu zaman tarım sonrası süreç, yani gıda sektörü ve tekstil akla gelir. Nedense pestisit, gübre, çoğaltım materyali ve kullanılan alet, makina ve malzemeler gibi birçok sanayi kolu akla pek gelmez. Onları da tarımın etkisine eklemek yanlış mıdır? Bugün ülkemizde olduğu gibi, birçok ülkede her gün binlerce kamyon büyük şehirlere tarım ve gıda ürünü yetiştirmek için vızır vızır gidip geliyorken işin bu kısmına gözlerimizi kapamamız mı gerekiyor? Küresel değişim payları hazırlanıp sunulurken, acaba doğal ve doğal olmayan enerji kaynaklarının ne kadarı tarıma gidiyor? Sorusu hiç akla gelmiyor mu?

Gökyüzünü delmeyi başardık ama açlığı bitirmeyi başarabildik mi?

Yeşil devrim süreciyle başlayan, adına modern denen konvansiyonel tarımın amacı bilindiği gibi “dünyadaki açlığı önlemek” idi. 1960 yılından günümüze kadar açlıkta ne kadar artış gerçekleştiği konusunun da incelenmesi gerekiyor. Birçok araştırma raporuna göre, açlık en az 4 kat artış gösterdi ve dünyanın aç olmayan kısmında ise daha önce pek de rastlanılmayan “obezite” artık hastalık olarak adlandırılmaya başlandı bu süreçte. Bu noktada “açlık” dendiğinde sadece kara Afrikanın da hatırlanmaması gerekiyor ve rakam daha da büyüyor.

Modern hayat; dünyanın bir kısmını aç, diğer kısmını ise obez yaptı demek yanlış mı olur?

Son 50-60 yıllık süreç bize ne getirdi? Ne götürdü? Muhasebesinin objektif olarak yapılması gerekiyor artık. Çok şey getirdiği ve hatta gözlerimizin faltaşı gibi açıldığı bir gerçek. Çünkü hayat çok hızlandı, her şey çok daha kolay artık. Hayatımıza yeni giren sanal dünya bile uzun ve yorucu paylaşımlara izin vermiyor. Mesela ben bu uzun yazının tamamının okunmayacağından emin olarak yazıyorum. Belli bir harf sayısını aştığınızda “kapa çeneni, başka konuya geç” diyen yeni bir alemin esiriyiz.

Posta güvercini, posta arabası, mektup, kartpostal, telgraf, telefon, radyo, televizyon derken milenyumu da atladık. Ben daha faks denen şeyi anlayamadan e-mail çıktı. Pazara çıkan ve organik tarımı bir türlü anlayamayan kişilere pc başından kalkmadan marketten bir aylık erzağı getirtebilen kişiler eklendi. Otuz dakikada getirilemeyen pizzanın parasını ödemekten muaf tutulan obez tüketici, on dakikasını ayırıp da “tükettiğim gıdada ne var acaba?” demeyi bir türlü akıl edemedi çünkü modern ve hızlı hayat yaşıyoruz, vaktimiz yok hiç Beyinlerimize kazınan hep şu oldu: “en kısa sürede kolayca kazan, çok kazan, kazan-kazan”

Organik tarımın ne olmadığının anlaşılması biraz zor gibi ama ne olduğunun ve ne önerdiğinin anlaşılması aslında çok kolay. Ne diyor organik tarım?

“Diğer birçok alanda olduğu gibi, biz tarımda da hatalar yaptık; yüksek verim ve yüksek görsel kalite uğruna, daha fazla para kazanma uğruna; insan sağlığına, doğaya, doğal kaynaklara ve çevreye ciddi zararlar verdik; artık mümkün olduğunca dikkat edelim ve kaybettiklerimizin hiç olmazsa bir bölümünü geri kazanalım, biz tarım yaparak çok para kazandık, gelecek kuşaklar da para kazansınlar, sağlıklı olsunlar ve temiz bir çevrede, hiç bir yere göç etmek zorunda kalmadan, refah içinde yaşasınlar” diyor. Organik tarımın bu söylemine neden karşı çıkılır ve neden değersizleştirilmeye çalışılır ki?

Karşı çıkılır çünkü organik tarım “kolayca ve kısa sürede çok kazanma üzerine kurmuyor felsefesini” Günümüzde çok revaçta olan kişisel gelişimden tutun da, artık her konuda ipleri eline almaya çabalayan ve bize yaşamayı, başarı kazanmayı, ilişki sürdürmeyi, çocuk yetiştirmeyi, sınav geçmeyi ve geri kalan her şeyi öğretmeye kalkan koçlara kadar içimizi dışımızı dolduran ve istila eden her şey bize “kişisel olarak nasıl kazanacağımızı” pompalıyor sürekli olarak. Toplumsal değil, kişisel gelişme!

 

Torunlara zeytinlik bırakmayı akıl eden ama zeytinlerin altındaki toprağı da bırakabilmeyi akıl edemeyen bir kitleyi kandırmak ne yazık ki çok kolaydır.

Organik tarım bazı çevrelerce çok önemli bir rakip olarak görüldüğü için olsa gerek; sürekli baltalanmaya çalışılmakta, eşi benzeri görülmemiş akıl ve kelime oyunlarıyla organik tarım değersizleştirilmeye ve üç-beş delinin felsefik ve fantastik hayat tarzı gibi lanse edilmeye çalışılmaktadır. Ama çoğu zaman balta taşa vurulmaktadır. Üstelik bu yaklaşım organik tarımı aslında çok iyi anlamış ve kavramış uzman ve bilim insanlarınca sergilenmektedir. Organik tarımın kabul etmediği ve tehlike olarak gördüğü sektörler için tam bir hedeftir organik tarım.

 “Organik tarım başarılı mı? Ya da başarılı olacak mı?” diye soruyorlar bazen. Benim bu konuda net bir fikrim yok gerçekten çünkü dünyada doğruyu gösteren ve üstelik kolayca para kazandırmayan şeyler pek başarılı olamıyorlar ama şu da bir gerçek: “başarılı olmasaydı, gerçekten söylendiği gibi üç beş delinin felsefesi olsaydı; kimse rakip olarak görüp, değersizleştirmeye çalışmazdı organik tarımı. Hiç rakamları incelemeye gerek yok, demek ki başarılı.

Organik tarım birilerine yalan yanlış bir şeyler anlatmaya çalışan bir sistem değil çünkü hiç bir gizlisi saklısı yok. Tüm kurallar ne bir eksik, ne bir fazla; tam olarak yönetmeliklerde açık açık yazılmış, açıklanmış durumdadır. Dileyen herkesin ulaşıp, bilgi edinebileceği bir kurallar dizinidir. Özetle organik tarım istese de melek gibi görünüp, şeytan olamaz.

Organik tarımı hedefine alan çevrelerce yayılmaya çalışılan saptırmalarla ilgili bir kaç örneği yukarıda vermiştim. O örnekler daha çok bilinçsizce yapılan yada haksız kazanç sağlamaya yönelik uygulama ve söylemlerdi ama özellikle çalışma konusu organik tarım olmayan bilim çevrelerince yapılan saptırmalar hiç de masumane değiller.

Olmayan soruna çözüm arayışları: Organik tarım dünyayı besleyemez, biz bir kaç şirket dünyayı açlıktan hemen kurtarırız

“Organik tarım dünyayı besleyemez” diyorlar ama başta FAO olmak üzere birçok önemli kuruluşun hazırladığı raporlar tam tersini söylüyor. Üstelik küresel iklim değişimi karşısında başarılı olabilecek tek sürdürülebilir yaklaşımın da organik tarım olduğu belirtiliyor. Ben bilimsel yaklaşımla yazmayacağım, rakam filan da vermeyeceğim demiştim, öyle yapıyorum ama şu kadarını yazmam lazım mecburen; “bugün dünyanın ihtiyacı olan gıdanın zaten % 25 fazlası üretiliyor! FAO ya göre üstelik”

Daha önce belirtildiği gibi, dünyada ciddi bir önlenemeyen açlık sorunu var ama çok daha ciddi bir önlenmek istenmeyen obezite sorunu da var. Obezite gibi bazı hastalıklar önlenmek istenmez çünkü bu hastalıklar üzerinde dönen para önemsiz değildir. Özetle; dünyada insafsızca aç bırakılan yada aşırı beslenen insanlar var. Bu sebeple; bu konuda uzun uzun yazılan bilimsel makalelerin ve “açlığı önleyeceğiz” söyleminin de hiç bir anlamı kalmıyor.

 

Bu gibi söylemlerin pek inandırıcı olmadığının artık farkına varan çevreler çıkış yolunu organik tarımı baltalamakta buldular. “Organik tarım zannedildiği gibi doğal üretim değildir, bakın organik ürünlerde tüyleri diken diken eden gıda katkıları bile kullanılıyor, siz sağlıklı zannediyorsunuz, sizi kandırıyorlar” diyorlar. “Doğal” kavramı üzerinde uzun uzun felsefik yaklaşımlarda ve kelime oyunlarında bulunmakla baltalamaya çalıştıkları birçok konuda resmen baltayı taşa vuruyorlar. “Zehir de doğaldır, baş ağrısı da doğaldır, savaşlar ve ölüm bile doğaldır” gibi yaklaşımları fazlasıyla bulursunuz özellikle Türkçe kaynaklarda. Bir diğer saptırma sav ise; “Her şey kimyasaldır, hayvan gübresi de kimyasaldır ama organik tarım kimyasallara izin vermiyor, ne yaptıklarını bilmiyorlar bu organikçiler” şeklinde bir kelime ve mantık oyunundan ibaret. Organik tarım temelde bir yasalar ve yönetmelikler bütünü ve yönetmeliğe kabaca bir göz gezdirmek bile yeterli olmasına rağmen, uzun uzun makaleler mevcut. Yönetmeliklere kabaca göz gezdirmek bile, organik tarımın yapay kimyasallara izin vermediğini anlamak için yeterli aslında.

Şu tüyleri diken eden ve organik tarımda izin verilen gıda katkı maddelerinden başlamakta yarar var. Örnek gösterilen bazı katkı maddeleri; E200, E220, E296, E330 gibi bazı koruyucu maddeler. E200 Avrupa dağ ağacı (Sorbus aucuparia) olarak bilinen ağacın meyvesinden elde edilen doğal bir koruyucudur. E220; sülfür dioksittir. Soğan, sarımsak, pırasa gibi sebzelerde yüksek oranlarda bulunan kükürtlü bileşiklerden biridir. Gerektiği ölçüde kullanımında herhangi bir sakınca bulunmayan doğal bir koruyucu katkı maddesidir. E296; bir çok meyvede ve bazı sebzelerde bulunan, katkı maddesi olarak kullanımında hiç bir sınırlama olmayan malik asittir. E330 ise bütün canlı metabolizmalarda önemli işlevi olan, bir çok ekşi meyvede de yüksek oranlarda doğal olarak bulunan bir maddedir ve katkı maddesi olarak kullanımında herhangi bir sınırlama da bulunmamaktadır. Organik gıda üretiminde bu katkı maddeleri yanında bir çok doğal kaynaklı madde özellikle ürün koruyucu olarak kullanılabilmektedir.

Çok tehlikeli yüzlerce katkı maddesinin özellikle çocukların tükettiği gıda maddelerinde -çocuk ağırlığı göz önüne alındığında- yüksek oranlarda kullanıldığı, hidrojenize edilmiş trans yağlarla yada çin tuzu ile hazırlanmış ürünlerin sürekli özendirildiği bir ortamda organik tarımda katkı maddeleri var denmesini makul yada iyi niyetli bulmak ne derece mümkündür?

Organik üretimde sentetik olarak üretilmiş olan maddelerin kullanımı yasaklanmıştır. Örneğin doğal tokoferolce zengin katkı maddelerine izin verilirken; sentetik tokoferollere izin verilmemektedir. Tokoferoller, E vitamini olarak bilinen antioksidan maddelerdir ve kafa karışıklığı yaratma amacıyla yazılan makalelerde halkın anlayamayacağı tarzlarda yazılıp, diğer doğal katkı maddeleri de E ibaresiyle verildiği zaman tüketicilerde rahatlıkla korku yaratılabilmekte ve dolaylı yoldan tüketiciler organik tarımdan soğutulmaya çalışılmaktadır.