Fellini’nin Başyapıtı La Dolce Vita/Tatlı Hayat

İtalya- Fransa ortaklığıyla çekilen bu filmin yapımcıları Riama Film, Cinecittà  ve Pathé Consortium Cinéma’dır. Filmde Marcello Rubini karakterini Fellini’ni arkadaşı Marcello Mastroianni canlandırmaktadır. Sylvia rolünde Anita Ekberg, Maddalena rolünde Anouk Aimée, Emma rolünde Yvonne Furneaux, Fanny rolünde Magali Noël yer almaktadır. Eğlence ve sanat dünyasında hiçbir şey dışarıdan görüldüğü gibi değildir; her ne kadar lüks bir yaşantı izlenimi verseler de,  bütün gösterişe rağmen kadın sanatçılar da o dönemde fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalmaktadırlar. Zira toplumsal cinsiyet ve feminist başkaldırılar İtalya’da 70’li yıllarda hareketlenmektedir.

 O yılların Roma’sında cemiyet hayatında, bir başka değişle sosyete yaşantılarının iç yüzünü eleştirel bir bakış açısıyla gözler önüne seren ve özellikle film okumalarında birçok film eleştirmeninin dikkatini çeken bu kült filmin en önemli özelliklerinden biri de İtalyan yeni gerçekçiliğini yansıtmasıdır. Ülkede o yıllarda yaşanan değişiklikler İtalyan sinemasını da etkilemiştir ve 60’lı yıllar İtalyan sinemasının en parlak dönemi olarak bilinmektedir. Bu yıllardaki ekonomik patlama ‘Mucizevi İtalya’yı yaratırken, sinemada da mucizevi bir dönem başlamıştır. Federico Fellini 60’lı yıllarda özgün ve kişisel sinemasıyla, filmlerinde her zaman yer verdiği düşleriyle yalnızca İtalyan sinemasında değil dünya sinemasında da artık bir usta olduğunu kanıtlamış ve La Dolce Vita/Tatlı Hayat ile dünyaya adını duyurmuştur.  

Bireyin yabancılaşması ve yalnızlaşması açısından “La Dolce Vita/Tatlı Hayat”  ele alındığında, güncelliğini yitirmediği; günümüzde de bireyin, özellikle son yıllarda sosyal medya aracılığıyla bir yandan yeni insanlarla uzaktan da olsa tanışma imkânlarına sahip olsalar da, yüz yüze iletişimin azalmasıyla yabancılaşmaktan kaçamadığı bir noktaya geldiği görülür. 

Marcello Rubini, Roma’daki sosyete yaşantısının izini süren bir gazetecidir. Mesleği ona sosyete dünyasına girebilecek imkânlar sunmaktadır ve o da bu imkânların prestijiyle birçok ortamda sınırsız eğlence dünyasını gözlemlerken, bir erkek olarak kadınların da ilgisini çekmektedir. Modern dünyada entelektüel çevreye eleştirel göndermeler yapan Fellini, Papa’ya götürülmek üzere filmin başlangıcında helikopterle taşınan İsa Heykeline bakarken yüksekteki gazetecilere el sallayan kadınlara ve onların telefonunu vücut diliyle soran çapkın gazeteci aracılığıyla maneviyata ve kültüre de kendi penceresinden eleştirel bir yaklaşımda bulunur. 

Filmin her epizodu hem sosyete hayatından hem de gazetecilerin yaşantısından kesitler sunar. Gazeteciler haber peşinde, ünlülerin eğlendiği gece kulüplerine de giderler. Marcello Rubini bu gece kulüplerinden birinde zengin Maddalena ile tanışır ve Piazza de Popolo meydanındaki sete giderken ona şöyle söyler: “Talihsizliğiniz nerede, biliyor musunuz? Fazla paranız var...” Ve Maddalena da cevap verir: “Ve senin talihsizliğin de paranın fazla olmayışıdır. Bunun için ikimiz de bulunduğumuz yerde duruyoruz.” 

Bu konuşma, aslında toplumun kültürel yozlaşmasının ekonomik nedenlere de dayandığını anlatan bir konuşmadır. 

 J.M. Lo Duca, La Dolce Vita/Tatlı Hayat adlı kitapta şöyle yazar: “Yalan mı Marcello? Sen kendinden memnunsun. Çünkü her şeye sahipsin. Bir araban var, çeşitli kızlarla yaşıyorsun, dünyanın dedikoducu insanlarına haber gönderen bir merkezde bulunuyorsun... Senin tek bir şeye, sadece paraya ihtiyacın var.” 

Bir yandan evde sevgilisi Emma Marcello Rubini’yi sürekli merak etmekte, sık aramaktadır. Hatta sık sık “Neden beni seni sevdiğim kadar sevmiyorsun” diye sitem eder. Marcello ise hem haber peşinde, hem de kadınlarla birlikte eğlence dünyasının içindedir. Ne var ki girip çıktığı birçok ortamda eğlenceyle kendini avutan insanların dünyasının ne kadar yozlaşmış olduğunu, eğlenceli gecelerin sonunda kahkahalar atan insanların iç dünyalarında ne kadar mutsuz ve kişisel olarak doyumsuz olduklarını gözlemler. 

Fellini, hayatın içinde her şeyi bir bütün olarak ele alırken, aslında dışarıdan harika görünen bir dünyanın içinde hepimize ait duyguları öylesine ahenkle, zamanla uyum içerisinde sunmuştur ki, yaşlansa da duruşu ve asaletiyle yıllara meydan okuyan kadınların da ruhunu giydirmiştir sanki filmlerine. Kadınların ruhunu okumayı bilen usta yönetmenin La Dolce Vita/Tatlı Hayat filmindeki kadın karakterlerin her biri özeldir. Emma, Maddalena, Sylvia, hatta küçük kız çocuğu, basit birer fantezi sonucunda yaratılmış karakterler değil,  Fellini’nin hem tül gibi hassas hem de bir hamur kadar esnek, hayal dünyasında rengârenk bir çiçek bahçesi gibi sunduğu bir haremin birer cariyeleri gibidir. Zengin sosyete dünyasından birçok kadınla tanışıp, gece yarısı Emma’yı yolun ortasında bıraksa bile eninde sonunda Emma’yı almak için geri döner. Lo Duca’da Marcello’nun sözleri, Fellini’nin kadına bakışını yansıtmaktadır: 

“Yine hayatımdan bir gün gitti. Hiçbir şey olmayacak, olmadı da. Emma’ya mecburen söylediğim yalanlar dolayısıyla iyi bir harekette bulunmamın dışında... Emma ve Ravioli’si... Emma ve hatmi çayı gibi insanı saran, kendisine çeken yumuşak ve narin eti... Niçin Emma? Ve niçin değil? O benim masam, yatağım, uykum... Uykum...”

Bu filmde insanın mutluluk ve mutsuzluk algısını en iyi dile getiren karakterlerden biri de Steiner’dir. Filmin üçüncü epizodunda Marcello bir kilisenin önünden geçerken birinin kendisine adıyla seslendiğini duyar.  Bu kişi, iki yıl önce, önünden geçmekte olduğu kilise hakkında röportaj yapmış olduğu Steiner’dir; Marcello’yu bir akşam evindeki partilerden birine davette ettikten sonra, birkaç dakikalığına kiliseye de davet eder ve kabul eden Marcello’yla, rahip Franz’dan izin alarak orgun başına geçerler ve Steiner Marcello’ya Caz parçası dinletir ve Rahip huzursuzlanır.  Tatlı Hayat adlı kitapta Lo Duca, kilisenin boş kalmasına sebep olacak nedenleri aktaran sözlerden sonra Bach ile ilgili şöyle ifade eder: “Bach’ın nağmeleri, kişinin huzursuzluğunu bile sevince ulaştıran, boşlukta yükselen bir alev gibiydi...” 

Fellini’nin filmi yalnızca sosyetenin yozlaşmasını değil, toplumun farklı kesimlerindeki bireylerin dünyasında kopan fırtınaları, dertli insanların sözde mucizelerden, Meryem Ana’yı görmelerinden dolayı Mucize Ağacının yakınında kameraların altında konuşan iki çocuktan medet uman halktan insanların çaresizliğinden faydalanan kişileri de gözler önüne serer. 

Bir akşam Steiner’in evindeki partide Marcello Steiner’in sahip olduğu hayata, maddiyata imrendiğini söylediğinde, Steiner de sahip olduğu maddiyata rağmen maneviyatın derinliğine duyduğu özlemden bahseder. İşte bu konuşmada, insanın varlık ve yokluk arasında sıkışan benliğinin arayışlarının yansıması gözlemlenebilmektedir.

Marcello Rubini tek bir kadınla hayatını sürdürecek karakterde değildir ve bunu sevgilisi Emma’nın yüzüne de söylemiştir. Manşetlere çıkmak ve ünlü olmak isteyen sosyetenin güzel kadınlarıyla eğlence dünyasında dışarıdan bakıldığında çok mutluymuş gibi görünse de Marcello da aslında iç dünyasında sosyetenin ünlü simaları kadar yalnız, mutsuz ve kendine yabancıdır. Her ne kadar filmin adı “Tatlı Hayat” olsa da, Fellini ironik olarak hayatın en acı yönlerini gözler önüne serer. Steiner’in iki çocuğunu öldürdükten sonra intihar etmesi, insanların varlıkla yokluk, aşk ve nefret, mutluluk ve mutsuzluk anlarındaki sınavını ifade etmektedir ve insanlığın sınavı halen bitmemiştir. Bu bağlamda Lo Duca’nın eserinden şu satırlar da konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır: 

“Niçin? Bizi Kimler lanetliyor? Sefalet, başarısızlık, cehalet yahut da ahlaksızlıktan ötürü olsa anlaşılır. Ama Steiner? Öyleyse hiç kimse kurtarılmaya değmez. Steiner bile,  sonu olmayan bekleyişe niçin dayanamamıştı? İki çocuğunu da beraberinde götürece k kadar aciz miydi, yoksa çağımız onu o kadar mı korkutmuştu? Hepimiz uçurumun kenarında yürüyoruz. Bazı kişiler endişelerini hafifletmeyi hayal ediyorlar. Artık hiçbir zaman huzura kavuşamayacaksın...”