Neden bu yazıyı yazmak istedik

Çünkü nüfusun 1/3'ünün tarımsal faaliyetlerden geçimini sağladığı ve tarımsal üretimin yıllık 62 milyar Amerikan Dolar’ını aştığı ülkemizde, artık kalite standartları ve gıda güvenliği ön plana çıkmaktadır.

Gıda maddelerinin insan sağlığı üzerindeki etkileri ve taşıdıkları riskler çok eski yıllardan beri bilim adamlarının ve tüketicilerin gündeminde olmakla birlikte günümüzde bu kavramların önemi çok daha yoğun bir biçimde anlaşılmıştır. Ülkemizin de içinde olduğu birçok ülkede yoğun bir mevzuat yenilemesi ile gıda güvenliği amacıyla oluşturulan kontrol sistemlerinde yeni yaklaşımlar getirilmektedir. İzlenebilirlik ve sürdürülebilirlik tarımsal verimliliğin ve güvenli gıda üretiminin yapı taşları haline gelmiştir.

İzlenebilirliğin ve sürdürülebilirliğin hedefi ise sertifikalı üretim sistemleridir

Güvenilir olmayan gıda maddelerinin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri kısa sürede görülebileceği gibi uzun süreler sonucunda da ortaya çıkabilir. Bu nedenle tüketiciye güvenilir gıdanın sağlanması için gıda güvenirliği anlayışının tarladan sofraya kadar olan her aşamada benimsenmesi vazgeçilmezdir.

Bu anlayışın sağlanması için kamusal gelişim ve yapılanma ile yasal dayanaklar çerçevesinde çözüm önerileri oluşturulması gerekmektedir. Ülkemizde gıda güvenirliği, gelişmiş ülkelerin deneyimleri ve bilimsel gelişmeler dikkate alınarak ve mutlaka kendi yapımızı çok iyi tanıyıp değerlendirerek oluşturulabilinir. Söz konusu bu süreç uzun vadeli ve sürdürülebilir stratejiler ile gerçekleştirilebilinir.

Sertifikalı üretim, ilk önce organik tarımı aklımıza getirir

Çünkü organik tarım, insanın ve doğanın kazançlı çıktığı bir yaşam biçimidir.

İlgi ve emek isteyen bir tarım sistemi olan organik tarım, ekolojik dengedeki olumsuz değişiklikler, yeni tarımsal teknikler ve tarım ürünlerinin işlenerek tüketime hazır hale getirilmesinde artan çeşitli yöntemler ve insan sağlığına zararsız gıdaların temininde bazı sorunların ortaya çıkması ile birlikte gündeme gelmiştir.

“Ekolojik Tarım” ya da “Biyolojik Tarım” olarak da ifade edilebilen “Organik Tarım”, doğada hatalı uygulamalar sonucu kaybolan ekolojik dengenin yeniden kurulması için insana ve çevreye dost üretim sistemini sağlamayı amaçlamaktadır. Bunun için ise kimyasal tarım ilaçlarını, hormon ve kimyasal gübre kullanımını yasaklarken, organik ve yeşil gübrelemeyi, toprağın muhafazasını ve ıslahını, doğal düşmanlardan yararlanmayı ve üretim miktarının yanı sıra kalitesinin de arttırılmasını önermektedir. Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (Food and Agriculture Organisation, FAO) ve Avrupa Birliği (AB) tarafından konvansiyonel tarıma alternatif olarak kabul edilen bu üretim şekli, Almanca ve Kuzey Avrupa dillerinde “Ekolojik Tarım”, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca da “Biyolojik Tarım”, İngilizce de “Organik Tarım” , Türkiye’de ise "Ekolojik veya Organik Tarım" olarak isimlendirilmektedir.

Özellikle 1980'li yıllardan sonra tüketicilerin artan talebiyle önemli bir ticari boyut kazanan organik tarım, başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere birçok ülkede yaygınlaşmaya başlamıştır. Yukarıda da dile getirildiği gibi tarım topraklarının korunması amacıyla başlatılan organik hareket, sonradan tüketicilerin sağlıklı beslenmelerine ve organik ürün yetiştiricilerinin hak ve menfaatlerinin korunmasına yönelmiştir. Uluslararası Organik Tarım Hareketleri Federasyonu (IFOAM–International Federation of Organic Agriculture Movement), tüm dünyada organik üretim ile ilgili kuralları ilk olarak tanımlayan ve yazıya döken kuruluştur. Ülkemizde ise organik tarım çalışmaları sözleşmeli yetiştiricilik biçiminde başlamakla birlikte şu an talep artışını sağlamak amacıyla Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından da desteklenmektedir. İlk olarak 1994 yılında “Bitkisel ve Hayvansal Ürünlerin Ekolojik Metotlarla Üretilmesine İlişkin Yönetmelik”, 2002 yılında ise “Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik” yürürlüğe girmiştir. Son olarak 2004 yılında “Organik Tarım Kanunu”, 2005 yılında “Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik” Resmi Gazete’de yayımlanmış ve duyurulmuştur. Organik tarım kanunu ve yönetmeliği dikkate alınarak yetiştirilen bitki ve hayvansal ürünler organik olarak değerlendirilmektedir ve yönetmelikte ayrıntıları verilen etiket ve özel organik tarım logosu ile pazara sunulmaktadır.

Tüm dünyada tüketimi hızla artan organik ürünler incelendiğinde, genellikle ilk üretimlerin, ülkelerin geleneksel ürünleri olduğu gözlenmektedir. Hindistan’da çay, Danimarka’da süt ve süt ürünleri, Arjantin’de et ve mamülleri, Orta Amerika ve Afrika ülkelerinde muz, Tunus’ta hurma, zeytinyağı ve Türkiye’de kurutulmuş ve sert kabuklu meyveler örnek olarak verilebilir. Mevcut bilgi ve yüksek adaptasyon şartlarının organik tarıma geçişi daha kolay sağladığı düşünülmektedir.

İhracata yönelik talepler doğrultusunda öncelikli olarak kuru üzüm ve kuru incir gibi ürünler ile başlayan organik tarım, yıllar itibariyle önemli gelişmeler göstermiştir. Son yıllarda ülkemizde yetiştiriciliği yapılan ürün sayısı 200’ü geçmiştir. 2011 yılı itibariyle ortalama 42 bin üretici tarafından, 442 bin ha kültüre alınan alan ve 172 bin ha doğadan toplama alanı olmak üzere toplam 614 bin ha alanda, 1 milyon 659 bin ton civarında organik üretim yapılmaktadır.

Organik tarımın özelliği her aşamasının izlenebilir ve kontrollü olmasıdır

Organik Tarım Yönetmeliğine göre ürünün güvence altına alınmasındaki iki temel öğe kontrol ve sertifikasyondur. Üreticiler/müteşebbisler yaptıkları organik faaliyetler ile ilgili her türlü bilgi ve belgeleri, sözleşmeli olduğu kontrol ve sertifikasyon kuruluşu veya kontrol kuruluşuna vermekle yükümlüdür. Bu bilgi ve belgeler sertifikasyon kuruluşu tarafından kayıt altına alınır ve yılda en az bir defa işletmeyi yerinde kontrol etmek zorundadır. Kontrol ve sertifikasyon kuruluşu tarafından üreticiye “organik tarım üretici/müteşebbis sertifikası” ve “ürün sertifikası” verilir. Kontrol ve sertifikasyon organik tarımın en önemli basamaklarından biridir. İç ve dış pazarda bir ürünün organik olarak satılabilmesi için bu sertifikalara sahip olması gerekmektedir.

Organik tarımın 4 temel ilkesi vardır:

1. Genetik değişikliğe uğratılmamış çoğaltım materyali kullanımı.

2. Toprakta zararlı etki bırakabilecek kimyasal gübre kullanımının engellenmesi.

3. Zararlı ve hastalıklarla mücadelede kalıcı, doğaya zarar veren ve parçalanmayan kimyasallar kullanılmaması.

4. Ürünün sertifikasyon ve etiketlenmesi.

Toprak verimliliğinin arttırılması en önemli konulardan biridir

Tüm tarım sistemlerinde toprağın verimliliğinin arttırılması önemli bir konudur. Organik tarımda ise ayrıca bir önem taşır. Çünkü organik tarım sisteminde toprak verimliliğinin sürdürülebilmesi ve bitkilerden optimum verim alınabilmesi için uygulanması gereken gübre ve toprak düzenleyicilerinin kullanımı dünya genelinde çeşitli yönetmeliklerle belli standartlar içersinde değerlendirilmektedir. Günümüzde bu konuda halen çalışmalar devam etmekle birlikte EC 2092/91, NOP, JAS vb. standartlarda tüm organik gübre ve toprak düzenleyicileri ile ilgili ifadelerde küçük farklılıklar olmasına rağmen benzerdir.

Ahır gübresi, kompost, tarım kireci, torf, perlit, fosfat kayası, organik atıklar, organik tarım sisteminde kullanılması uygun olan bazı gübre ve girdiler arasında yer almaktadır.

Organik tarımın kalbi İzmir’de atar

Organik Tarım faaliyetlerinin ülkemizde ilk olarak İzmir'de başlamış olması, ürün işleme tesislerinin büyük kısmının İzmir'de bulunması ve üretilen ürünlerin büyük kısmının İzmir limanından ihraç edilmesi nedeniyle, organizasyon kuruluşları, kontrol ve sertifikasyon firmaları gibi ekolojik tarım sektörünün hemen tüm kuruluşlarının merkez büroları İzmir'dedir. Bu nedenle “İzmir, organik tarımın merkezidir” demek çok da yanlış olmaz.

Sonuç olarak diyebiliriz ki;

 

İklim değişikliği, doğal alanların, hayvan ve bitki türlerinin hızla yok olmaları, hava, su ve toprak kirlenmesi gibi birincil çevre sorunları gündelik hayatta sıkça duyduğumuz kavramlar içerisinde bulunmaktadır. Organik tarım tüm bu sorunların üstesinden gelmemizi sağlayacak benzersiz (sayısız) çözümler sunmaktadır.

 

Organik tarıma sadece bir tarım sistemi olarak değil, sağlıklı yaşam reçetesi ya da yaşam biçimi olarak algılayabilirsek, hem birbirimizle hem de doğayla yeniden şuurlu bir iletişim, etkileşim kurabilmesini de sağlamış oluruz. Geleceğimiz için mücadele edebilir ve çocuklarımıza daha yaşanabilir bir dünya bırakmak için çabalayabiliriz.

 

Kaynaklar:

"Bu makale ilk olarak Apelasyon E-Dergi Şubat 2015 sayısında yayınlanmıştır."