Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Tarım

Neredeyse Akdeniz’i bir iç deniz haline getirme hayaline yaklaşan ve 600 yılı aşkın süre dünya tarihinde adı anılır bir yer almış olan Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonominin en önemli sektörü tarımdı. Başlangıçta göçebe bir hayat yaşayan halk imparatorluğun gelişmesi ve idari düzenin yerleşmesi ile yerleşik hayata geçmiştir. 

 

17. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı devleti tarım ürünleri bakımından kendine yeten bir ülkeydi. Ancak, zaman zaman karşılaşılan kuraklık, sel, isyanlar, göçler ve tımar sisteminin bozulması üretim kayıplarına neden olmuştur.  Özellikle hububat ve bağbahçe ziraatı ön plandayken, 18. yüzyıldan itibaren Avrupa'da sanayinin gelişmesi doğrultusunda tütün, pamuk gibi sanayi bitkilerinin üretimi önem kazanmıştır. Ayrıca Avrupa'nın tarım ürünü  ihtiyacı artınca Osmanlı İmparatorluğu’nda geçimlik düzeyde üretimden pazar ekonomisi ihtiyaçlarını karşılayacak bir üretim düzeyine gelinmiştir. Hayvancılıkta; ökü, manda gibi hayvanlardan toprakları ekmek için tarlada; etinden, yağından, sütünden mutfakta; yünü ve derisinden sanayide; taşıma, ulaştırma ve maliye alanında ise alınan vergiler devletin gelir kaynaklarını oluşturmuştur.

 

Osmanlı kayıtları nüfusun %80-90’ının tarımsal faaliyetlerden gelir elde ettiğini göstermektedir.

 

Osmanlı’nın ilk dönemlerinde çiftçiler yaptıkları üretime göre adlandırılmış ve buna göre kategorilere ayrılmıştır. Kullanımlarındaki arazi büyüklüğüne göre çift, nîm çift, bennâk, caba, mücerred gibi sınıflara ayrılan köylüler vergilendirilmişlerdir. Tarımsal faaliyet devlet kontörlünde sürdürülmüştür.

 

Devlet mülkiyetine dayalı bu toprak sistemine “mir-i arazi” denilmektedir. Mir-i arazi rejiminde toprağın çıplak mülkiyet hakkı devlete aittir. Mir-i arazi rejiminde doğrudan yönetim tarafından oluşturulmuş ve hiyerarşik bir mülkiyet sıralaması getirilmiştir. Toprakta en büyük pay sahibi olan padişahı sadrazam, vüzara, ümera, beylerbeyi, sancakbeyi ve askeri görevler için dirlik verilen sipahiler izlemektedir.

 

Köylü kiracı olarak toprağı işlemektedir. Köylü toprağı kullanım hakları karşılığında devlete vergi ödeme yükümlülüğüne sahip olmuştur. 

 

Osmanlı mir-i rejimi 3 farklı toprak sistemini içinde barındırmıştır.

 

Has; Geliri 100.000 akçeden fazla dirlikler olup üst düzeydeki idarecilere tahsis edilmişlerdir. Has sahipleri tımardan farklı olarak her beş bin akçe için 1 asker hazırlamakla yükümlü olmuşlardır. Has göreve bağlı olarak verildiği için sahipleri de sık sık değişmiştir.

 

Zeamet; Geliri 20.000-100.000 akçe arasında olan ikinci derecedeki emirler, beyler ve sancak beylerine verilen dirliklerdir. Zeamet sahipleri (zaim) de her beş bin akçe için 1 asker hazırlamakla yükümlü olmuşlardır. Tımar sahipleri gibi topraklar çok sınırlı bir şekilde ve küçülerek izinle babadan oğula geçmiştir.

 

Tımar; Ekonomik açıdan toprakları rasyonel bir şekilde işleterek hububat üretiminin ara verilmeksizin sürdürülmesini amaçlayan tımar sistemi Osmanlı tarımının temelini oluşturmuştur. Bu sistem, Selçuklu toprak düzeni olan “askeri ikta” sistemini esas almıştır. İkta sistemi Hz. Ömer zamanında istila sonucu sahipsiz kalan toprakların devlete vergilerinin ödenmesi şartı ile şahıslara verilmesi yöntemi ile başlamıştır.

 

Tımar sistemi bilindiği gibi, devletin bir takım gelirlerini hizmet karşılığında dirlik sahibi denilen ve genellikle askeri ve idari görevler yüklenen kişilere verilmesine dayanmaktadır. Devlet, tımar sistemi ile vergi gelirlerini toplamak için büyük bir mali örgüt kurup bunun devamını sağlama yükümlülüğünden kurtulmuş, aynı zamanda vilayetlerde düzeni sağlamış ve savaşlar için de büyük bir askeri güç oluşturmuştur. 

 

Tımar sisteminde toprak sınırlı da olsa küçülerek babadan oğula geçebilmiştir. Bu da batı toplumlarında yaşanan ve bir sınıf farkı yaratan derebeylikten farklı olduğu için uzun süre sistemin işlemesine olanak sağlamıştır. Toprağı kiralayan ve işleyen çiftçiye de tanınan haklar Osmanlı toprak düzeninde en önemli konulardan biri olmuştur. Aynı zamanda toprağını nadas dışında 3 yıl üst üste işlemeyen çiftçiden “çift bozan” veya “leventlik akçesi” adı altında toprağın boş kalmasından doğan zararları ödemek için vergi alınmıştır.

 

Arazi kullanımına karşılık toprağın verimliliği de dikkate alınarak elde edilen üründen 1/10 ile 1/50 arasında ayni “aşar/öşür” vergisi alınmış ve her yıl 33-36 akçe arasında değişen “çiftçi akçesi” adı altında devlete arazi kiralamadan dolayı vergi ödenmiştir. Bunların dışında pazarda satılan mallardan “baş”, topraksız veya az topraklı çiftçilerden bennak adı ile vergiler de alınmıştır.

 

Kayıtlara bakıldığında en önemli ürünlerin tahıllar olduğu görülmektedir.  Bu dönemde yasak olmasına rağmen özellikle Mısır, Venedik ve Trakya’dan yapılan Buğday ihracatından yüksek kazanç sağlandığı belirlenmiştir. Pirinç, pamuk, kendir, kenevir ve tütün önemli pazar oluşturan ürünler olmuştur. Ayrıca sebze tarımı, özellikle koyunculuk ve başta bağcılık olmak üzere meyve yetiştiriciliği de önde gelen tarımsal faaliyetler arasında yer almıştır. Bağcılığın ve meyveciliğin gelişmesindeki nedenlerin başında bu alanların yetiştiricilik gereği çift ile çevrilmesinden doğan mir-i arazinin mülk araziye dönüştürülmesidir.

 

Meraların geniş olması, et tüketiminin fazla olması, deri işleme sanat ının yaygın olması ve geleneksel yaşam tarzının devamlılığı ve geçimlik üretim yapan çiftçilerin varlığı koyunculuğun artışındaki temel etkenler olmuştur.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişmesinde toprak rejiminin rolü önemlidir. Mir-i arazi sistemi ile yetiştirilen büyük bir askeri güçle uzun yıllar üç kıtada hüküm sürmesini sağlamıştır. Ancak, duraklama dönemi ile de toprak düzeni yani mir-i arazi düzeni bozulmaya başlamıştır. Rejimin bozulması birbiriyle ilişkili nedenlere bağlı olmuştur.

 

Tarım ürünlerinin fazlası devletçe alındığı için bu işleyişi bozacak ve toplumsal gelişimi hızlandıracak hiçbir çabaya izin verilmemiştir. Bu yapı değişime ve yeniliğe karşı dirençli bir yapıya dönüşmüştür.

 

Hiç bitmeyen seferler nedeni ile ordu yorulmuş ve güçsüzleşmiştir. Bu süreç ordunun yapısında da değişmelere neden olmuştur. Ordunun ateşli silahlar ile desteklenmesi tımarlı sahiplere olan ihtiyacı da azalmıştır. Bu nedenlerle daha az önemli olan tımarlar sipahilerden alınmış ve ihale yöntemi ile mültezim adı ile anılan kişilere devredilmiştir. Mültezimler, daha çok Kar elde etmek amacı ile padişaha ihalede ödedikleri götürü usulü vergiden daha fazlasını reayadan almak için her türlü baskıyı uygulamış ve köylünün yoksullaşmasına neden olmuştur. Askeri sistem toprak sisteminden beslenme si bu hızlı düşüşü yaratmıştır.

 

Genişleyen imparatorlukla birlikte artan nüfus, fetihlerin durması ile istihdam sorunu yaşatmaya başlamıştır. Bu sorunla karşı karşıya olan nüfus belirli büyüklükteki çiftliklere dağıtılmış ve sürekli vergi artışı ile yoksullaşan köylüyü giderek yoksullaştırmıştır. Mültezimlik tarımda modernleşmesini engellemiş, haberleşme ve ulaşım olanaklarının yetersizliği de eklenince çiftçi içe dönük üretime yönelmiştir.

 

İdari ve siyasi bozulmalarla ekonomik sıkıntılar aynı dönemde yoğun olarak yaşanmaya başlamıştır. Bu idari bozukluk kapı kulu askerlerinin dahi dirlik sahibi olması ve devlet kademesinde rüşvetin yaygınlaşmasına neden olmuştur. Geçim sıkıntısı içinde olan ve yüksek vergi ile daha zor duruma düşen köylü, tefecilere yönelmiştir. Borçların ödenememesi de toprağın tefeciye devredilmesi sonucunu doğurmuştur. Ayrıca, rüşvet ve bürokratik baskılar büyük ve verimli arazilerin belirli kişiler elinde toplanmasına neden olmuş ve hepsine ortak olarak “ayan” denilen yeni toprak sahipliği (mültezim, mütesellim, toprak ağası vb) ortaya çıkmıştır.

 

Bu süreçte, Avrupa’da toprak düzeninin ferdi mülkiyete geçmesi ile modern tekniklerin kullanılması gelir artışını sağlamıştır. Ekonomik üstünlük birçok avantajı da sağlamıştır. Tarım dışı faaliyetlerin gelişmesi, tüm alanlarda teknolojinin kullanılması mümkün olmuştur.

 

Gelişen ticaret yolları Akdeniz’in dolayısı ile Osmanlı mülkünün gelirini geriletmiş, Avrupa’da yaşanan enflasyon Osmanlı İmparatorluğunu ucuz gıda maddesi ve hammadde ithal edilen bir pazar durumuna dönüştürmüştür. 

 

 

Bu da batıya hammadde üreten bağımlı bir yapı ortaya çıkarmıştır. Ülkemiz hammadde tedarikçiliğinden günümüzde dahi tam olarak kurtulamamış durumdadır.

 

 

Cumhuriyete kadar yeni toprak düzeni giderek belirli kişilerin ellerinde toplanan tımar sahipleri güçlerini de artırmışlardır. Bu da padişahlık makamı için bir tehlike olmaya başlamıştır. Merkezi idarenin de zayıfladığı bu dönemde ayanlar köylüye iyi davranmadıkları gibi ödemekle yükümlü oldukları vergileri de ödememişlerdir. 1808 yılında ayanlar II. Mahmut’a “sened-i ittifak” imzalatmış ve daha da güçlenmişlerdir. Bu ittifakla ayanlar, vergi imtiyazlarını ve ırsi hükümranlıklarını kabul ettirmişlerdir. 1812 yılından sonra II. Mahmut geniş bölgelerde hüküm süren bu ayan sınıfını ortadan kaldırmayı başarmış ancak köy ağaları daha dağınık yarı feodal unsurlar olarak varlıklarını günümüze kadar sürdürmüşlerdir. 

 

Batılılardan gelen baskılarında etkisiyle Osmanlılarda geçerli olan tarımda devlet mülkiyeti (miri arazi) sistemi yerine, tarımı özel mülkiyete açmayı, toprağı fiilen işleyenin mülkiyetine bırakmayı amaçlayan ve 1858 Arazi Yasası ile miri arazinin hukuki rejimi yeniden belirlenmiştir. Yasada küçük çiftçileri koruyucu, toprakların belli ellerde toplanmasını önleyici, toprağın alım satımını yasaklayıcı, yabancıların tarım arazisi almasına engelleyici hükümler bulunmasına rağmen, daha sonra tüm kısıtlayıcı hükümler ortadan kaldırılmıştır. 1866 yılında çıkarılan bir Yasa ile yabancılara toprak alma hakkı tanınmış ve izleyen yıllarda Batı Anadolu’da yabancıların eline geçen topraklar, 56 milyon dönüme ulaşmıştır.

Arazi Yasası, köylülerin işledikleri topraklar üzerinde fiili denetim kuran toprak ağalarının gücünü meşrulaştırmıştır. Ayrıca Yasa, miri arazilerin mültezimler, esnaf, nüfuzlu kamu görevlileri ve paşalar tarafından paylaşılmasına yol açmıştır. Bu dönem, 4.10.1926 tarihinde kabul edilen Medeni Kanun’a kadar devam etmiş ve bu Yasa ile mutlak mülkiyet esası getirilmiştir. Devlet böylece, rakabe hakkına dayanarak araziyi geri alma hakkını kaybetmiştir. Sonuçta, miri arazi değil, mülk arazisi toprak mülkiyetinin esasını oluşturmuştur. Medeni Kanun, on yıl nizasız ve fasılasız hüsnüniyetle ve malik sıfatıyla tasarruf edilen arazinin tapu dairesine zilyetleri namına tescil edilmesini kabul ederek, arazi üzerinde özel mülkiyet hakkını tesis etmiştir. Böylece, piyasa ekonomisine geçişte önemli bir adım atılmıştır.

 

Kapitülasyon altında olan ülke, 1878-1913 yılları arasında her yıl ortalama 75 bin ton un, 65 bin ton pirinç ve 10 bin ton buğday ithal etmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle her yıl yaklaşık 12 milyon altın lira ödenmiştir.